"...Geri Dönecekler!"
Meral Akbaş

Üç aylık Miray bebekle, Miray bebeğin keskin nişancılar tarafından vurulmasından sonra onu hastaneye yetiştirmeye çalışan dedesi Ramazan İnce’nin öldürülmelerinden sonra, Ankara’daki katliamda hayatını kaybeden Meryem Bulut’un vasiyetini düşündüm. Yetmiş yaşındaki Meryem anne, kendisine bir şey olursa Kobanê’de vurulan torunu Onur Polat’ın yanına gömülmek istemiş; kendi uzun ömrüyle torunu Onur’un kısa hayatını bir mezarda birbirine dolayıp kimi zaman parça parça görünen yerlerin, bazen birbirinden çok uzağa düşen zamanların tarihini “bir” etmişti. Farklı bedenlerle hissedilen, farklı zamanlarda duyulup bilinen, farklı yaşananlarla şahitlik edilen her ne varsa bir olup daha da güçlenerek yeniden yola koyuluyordu sanki... mezardan, mezarlardan...  

Evin büyükannelerinin bu dünyadan göçüp gitmeden evvel torunlarına söyledikleri her sözün, “küçük” aile hikâyelerinin sınırlarını nasıl da aştığını, başka büyükannelerin başka hikâyeleriyle, masallarıyla ve bazen sadece sessizlikleriyle birleştikçe, birbirini buldukça nasıl da kuvvetlendiğini, anneannesi Seher’in gerçek adıyla, Heranuş’la, torunu Fethiye’ye anlattığına başka torunların duyup hissettikleri eklendiğinde anlamıştım. [1] Meryem annenin vasiyeti de, evin o bilge kadınlarının ne olursa olsun, torunları ellerinden, hayatlarından çalındığında bile “son sözler”ini geride bırakmaktan, ama yine torunlarına fısıldamaktan vazgeçmediklerini bir kez daha hatırlatıyor. 

Fakat bu devredilen söz, her biçimiyle hem de, hayat çizgisinin iki uzak ucunu “bir” ederken, birleştirirken, “bir memleketin bir tarihi”ni yerinden ediyor, parçalıyor ve aynı zamanda da genişletiyor; sınırları yerle yeksan ediyor. Meryem anne anlatamadığında ve torunu Onur görüp bildiğine bu bilge kadından dinlediklerini ekleyemediğinde, yani artık konuşamadıklarında bile birbirleriyle, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin ve bazen sadece hayatta kalma becerisinin kuşaktan kuşağa devredilen bilgisine dair ne çok şey anlatmış oluyorlar aslında. Böylece çünkü, “insanın yalnızca bilgisi ya da bilgeliği değil, hepsinden önemlisi bütün yaşamı[nın]... ancak ölüm ânında aktarılabilir bir biçim kazan[dığına]” [2] dair o cümle, insanın ölümünün kendisinin başlı başına bir aktarım yolu olduğuna da doğru açılıyor, genişliyor.

Miray bebeğin dedesiyle ninesine ateş açılmasının, Miray bebekle beraber evin büyüklerinin de öldürülmek istenmesinin, aynı evden kimsenin kimseye en ufak bir söz dahi bırakmasının önüne geçilmek istenmesiyle de ilgisi var. Doksanlı yıllardaki savaşın içinde büyüyenlerin, ailesini kaybedenlerin, dilini saklayanların, yerini yurdunu terk edip başka şehirlerde hayat kurmaya çalışanların susmadığını, unutmadığını ve unutmayıp aktardığını belki de en fazla “açılım” olarak adlandırdığı zamanlarda fark eden, açtıkça, açıldıkça kendisine doğru bir açılmadan daha çok geçmişle bugünün birbiriyle daha kuvvetle buluştuğu bir geniş alanın kamusal/politik olarak açıldığını gören iktidarın, bu sefer böyle bir aktarımın tüm ihtimallerinin önüne geçmek istediğini görmemek mümkün değil. Bir uzun hikâyenin, güçlü bir hafızanın kırılmak, kesilmek istenmesidir bu. Çocukların, gençlerin, hikâyelere “gündelik dilini... özgürleştirici ruhunu... kabına sığmazlığını, teselli gücünü, mekân ve zaman yaratma gücünü, büyüleme ve şifa verici gücünü” [3] veren kadınların hayatlarının hedef alınmasıyla, “O hendeklerde yok olacaksınız!” ifadesiyle bir mücadele tarihinin tamamen unutulup tükenmesi de arzulanıyor.

Hayat hikâyeleri, anlatanlar ve dinleyenler olmadan, onlar yaşamadan nasıl devredilir? Anlatılanları merakla dinleyenler, en çok da çocuklar ve gençler, yaşlı hikâye anlatıcılarından daha önce giriyorsa mezara, tüm bu yaşananları kim anlatır?

Kız kardeşinin çatıdan açılan bir ateşle nasıl öldürüldüğünü anlatan annesini dinlerken ağlamamak için elinden geleni yapan, zaman zaman kameradan kaçıp ağladıktan ve gözünün yaşını sildikten sonra yeniden annesinin yanına dönen o küçük kız çocuğu... Oynadığı sokakları, sokaktaki kavak ağacını, tavuklarını, okulunu, evini, evinin bahçesini ve şimdi o kavak ağacının başka ağaçlar gibi “keskin nişancılar sıktığı için” kırıldığını, tavuklarının “hep vurulduğunu”, okulunun yıkıldığını, evinin artık olmadığını anlatan Eylem [4]... Annesinin, Taybet annenin ölümünü bir pencereden görmek, annesinin sokakta kalan ölü bedenini günlerce gözetmek zorunda bırakılan Mehmet... Miray bebeğin geride bıraktığı kız kardeşi...

Minik Azad’ın ses geçirmeyen fosforlu odasında erbaninin sesi yankılanıyor, sokağa çıkamayan küçük bir çocuğun hayâlleriyle yarattığı kendine ait odasında yankılananda, eski zamanlar da var, eski zamanlardan daha da yükselerek gelen başka bir şeyler de... [5]

Erdoğan’ın dediği, ama demek istemediği gibi yani: “Geri dönecekler... o insanlar geri dönecekler!” 



[1] Heranuş’un hikâyesi için bkz. Fethiye Çetin, Anneannem, İstanbul: Metis, 2005; başka büyükannelerin, büyükbabaların birbirini bulan hikâyeleri için bkz. Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin, Torunlar, İstanbul: Metis, 2010.

[2] Walter Benjamin, “Hikaye Anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk içinde, İstanbul: Metis, 2008, s. 86-7.

[3] Hatice Meryem, “Mutfak Dedikoduları ile Kocakarı Hikâyeleri Arasında Bir Ses Gezintisi”, Amargi, Mayıs 2015; http://www.amargidergi.com/yeni/?p=1357#more-1357

[4] Eylem’in anlattıkları için bkz. http://t24.com.tr/yazarlar/emine-algan/diyarbakirdan-beni-tarih-yapmasinlar-ben-doktor-olacagim,13515

[5] Yakup Tekintangaç’ın yazıp yönettiği Azad isimli kısa film için bkz.http://blog.ifistanbul.com/azad/