Coğrafyaya Sığınmak ve Faydasız Pragmatizm
Polat S. Alpman
Mehmet Akif’in “asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyerek özetlediği İslamcılık, çağın idrakine ne söyledi, söylediği şeyden kendisi ne anladı henüz bilemiyoruz. Ancak bugün için kestirmeden giderek sorulması gereken sorulardan biri İslamcılığın “asrın idrakine” sunabileceği bir politik ufuk hala varsa bunun ne olduğu sorusudur. Türkiye’de İslamcılığın her alanda muktedir olmasına rağmen, hem geniş ölçekte İslami camianın hem de egemen İslamcılığın politik ufkunun sığlaşmasındaki sebeplerin neler olduğuna ilişkin bir soruşturma, İslamcılığın sahip olduğu iddiaları tartışmak için bir başlangıç noktası oluşturabilir. Modern dönemin bir ürünü olan İslamcılığın sahip olduğu potansiyel ve ürettiği ya da dahil olduğu -örneğin Medine Vesikası, demokrasi ve modernizm tahlilleri gibi- tartışmalar kademeli olarak İslamcılığın gündeminden düşüp buharlaşırken geriye neyin kaldığı, bu boşluğu hangi tartışmaların doldurduğu sorusu, siyaset bilimi ve tarihi açısından cevaplanması gereken sorular olarak ortada duruyor.

İslamcılık esnek ve pragmatik düşünme hallerinden biridir. Seçmeci ve konjonktürel düşünme konforu sağladığı için konjonktür değiştikçe, İslamcılığın söylem ve pratikleri hızla ve uyarlanma sorunu yaşamaksızın değişebilir. İslamcılık batı karşısında yenilen doğunun yerli (gibi görünen) ve büyük ölçüde seküler olan kurtuluş teolojisi [1] olarak yorumlansa da bu konuda ihtiyatlı davranmayı tercih etmek gerekir. Egemen İslamcılık, batıyı mutlak kötü, ahlaksız, zalim ve batıl olarak anlatmaktan büyük keyif alırken aynı batıya hayranlık beslemekte, batının sahip olduğu medeniyete ve bilime ulaşma azmini elden bırakmamaktadır. “Batının ilmini alıp kültürünü/metafiziğini/tözünü almamak” şeklinde formüle edilen kolaycılık ise İslamcı söylemin kitleselleşmesine imkan sağlamakla birlikte politik ufkunu kötü huylu bir pragmatizme müptela eder. Bu pragmatizm, İslam’ın ne olduğu, İslam tarihi ile İslam geleneğinin ne anlama geldiği gibi hususları gündelik siyasetin malzemesi haline getirir. Türkiye’de durum biraz daha basittir ve siyasal söylemin ihtiyacı olan İslam ne ise onu söyleyen bir siyaset pratiğinin İslamcılık olarak nam salmasının önemli nedenlerinden biri, İslamcılığa içkin bu kötü huylu pragmatizmdir.

İbn-i Haldun’un meşhur “coğrafya kaderdir” önermesinden mülhem, ifade edilmesi gereken hususlardan biri de İslamcılığın vakıa olarak neşet ettiği coğrafyanın siyasal geleneği ile ilgilidir. Müslüman nüfusun yoğun olduğu topraklarda yaşanan evrensellik, beşeriyet ve politik ufuk kaybı, İslamcılığın egemen olduğu coğrafyanın siyasal dinamikleriyle ilgilidir. Kaderciliğimize uygun biçimde ifade etmek gerekirse, bu coğrafyada siyasal, sosyal ve ekonomik değişim iddiaları her zaman ağır bedel gerektirir. İslamcılık bu bedeli ödemeye niyet etmek şöyle dursun, muktedir hale geldikçe değişim talep eden kesimlere yönelik bedel ödettirip kendisinden öncekilere rahmet okutturuyor. Dolayısıyla kuruluş aşamasından itibaren zayıf ve güdük, çoğu zaman aparmalarla kurulmuş ve büyük ölçüde retorik olarak dile getirilen sosyal, siyasal ve ekonomik vaatlerini bir çırpıda milliyetçilik ve muhafazakarlıkla harmanlaması İslamcılığın sosyo-politik serüveni için mukadderattı!

Bugün için İslamcılık entelektüel buhran içerisinde olamayacak kadar sisteme entegre oldu. Bu nedenle İslamcılığa yönelik eleştirinin sahici bir muhatabı olduğunu öne sürmek çok zor. Bunun yerine sürekli coğrafyaya, coğrafyadaki kriz noktalarına atıf yapan, ülke isimlerini arka arkaya sıralayarak ortadaki büyük yangını sürekli gözümüze sokan bir felaket tellallığını İslamcılık olarak sunanlar, “büyük resme bakın” diye buyruk veriyor. Coğrafyayı kader olarak görenler, coğrafyadaki bütün gayr-i insani ve hukuk dışı uygulamaları, adaletten yoksun bütün söylemleri erdem kılıklı cümlelerle savunmayı pragmatik bir gereklilik ve şart olarak değerlendiriyorlar. Oysa hatırlanması gereken bir şey var, coğrafyayı ve onun içinde bulunduğu koşulları değiştirmek yerine, bunu mutlak bir kader olarak toplumların akıbetine dayatanlar nihayetinde o kaderi paylaşmak zorunda kalırlar.


[1] Kurtuluş teolojisi, verimli bir tartışmanın konusu olarak değerlendirilebilir. Ana akım İslamcılığın bir kurtuluş ilahiyatı içerip içermediğine ilişkin esaslı bir tartışmanın yapılmadığını düşünüyorum. Elbette İslamcılık geniş bir yelpaze ve içerisinde Seyyid Kutub gibi bazı kurtuluş teologları da yer almaktadır. Ancak ana akım İslamcılığın -en azından Türkiye’deki ana akım İslamcılığın- ne derece kurtuluşçu ilahiyat üzerine bina edildiğinin tartışılması gerekir.