Yazıklar Olsun
Ömer Laçiner

Suriye’de iç savaşı sona erdirip yeniden kuruluşun koşul, kural ve takvimini belirleme amaçlı müzakere süreci önümüzdeki hafta başlatılacak. Resmen BM’nin organize ettiği bu müzakerelerin altı ay içinde tamamlanması ve savaşan tarafların bu sürenin sonunda bir uzlaşmaya varıp “Suriye sorunu”nun barışçıl bir rotada çözümünü mümkün kılmaları öngörülüyor, umuluyor.

Ancak; daha şimdiden belli gibi ki; sözkonusu çözümü Suriyeli tarafların kendi aralarındaki tartışma ve pazarlıklar belirlemeyecek. Çözüm, zaten ana hatları ile ABD ve Rusya’nın uzlaştığı bir çerçeve dahilinde olabilecek, birinci ve ikinci derecede detaylar ise “çözüm süreci” içinde halledilmeye çalışacaktır. Suriyeli tarafların tartışma konularının bunlar olacağı da pek söylenemez. Gerçi bu konularda kendi aralarında gayet ateşli tartışmalara, karşılıklı suçlama ve restleşmelere girişmelerine engel yok. Ama görünen o ki; bu önemli detaylar ABD ve Rusya’nın yanısıra, AB, İran ve Körfez emirliklerini yedeklemiş Suudilerin dahil olduğu bir diplomatik trafikte tartışılıp karara bağlanmaya çalışılacak. Suriyeli tarafların burada karara bağlanan hususları reddetmeleri pek mümkün gözükmüyor.

Türkiye de müzakere sürecine dahil olan devletlerden biri. Ama artık herkesin bildiği üzere, sözü ve tavrı değil birinci dereceden, ikinci dereceden dahi dikkate alınacak bir pozisyonda katılmıyor sürece. Suriye ile en uzun hududa, hayli gerilere uzanan bir ortak tarihe ve kültürel-sosyolojik ilişkilerinin yoğunluğuna rağmen; ve üstelik Suriye’deki siyasal mücadelenin iç savaşa dönüşmesinde Suudiler kadar pay sahibi olmasına ve iç savaş başladığında “iki hafta bilemedin bir ay sonra Şam’ın büyük camisinde zafer namazı kılmaktan” söz eden üst düzey yetkililerinin bunu “Ortadoğu’ya yön veren lider ülke” pozuyla yaparak sürece dahil oldukları henüz unutulmamışken...

Ortada Suriye halkının yaşadığı korkunç dram olmasa pekâlâ trajikomik denilirdi düşülen bu duruma. Bay Erdoğan ve onun Ortadoğu’ya yön verecek lider tafrasının baş tasarımcısı ve süsleme elamanı olarak iş gören Ahmet Davutoğlu’nun “Suriye işi”ne soyunurlarken hesaplarını neye dayanarak nasıl kurdukları hakkında pek kesin bir şey diyemeyiz; ama beş yıl sonra geldikleri noktanın Suudilerin “yardımcı elemanı” pozisyonundan öte bir şey olmadığı kesin.

Bütün dünyanın ilgiyle takip edeceği Cenevre müzakereleri öncesinde “dış basın”da konuya ilişkin yapılan yorum ve analizlerde Türkiye’den İran ve Suudiler düzeyinde bir “aktör” gibi bahsedilmeyişi de bu yüzden. Kaldı ki; bahsedilirken de bunun “Türk devletinin Kürt hassasiyeti” bağlamında oluşu; Türkiye çapındaki bir ülke-toplum için gayet ağır bir yazıklanma nedeni sayılmalıdır.

Bu “hassasiyet”in TC’nin kuruluşundan beri var olduğunu bilmek ve söylemek “yazık” demenin gerekçesini hafifletmiyor, aksine ağırlaştırıyor. Çünkü, özellikle çok etnisiteli toplumlarda ulus-devletler kurulurken, o ilk safhada bu gibi “hassasiyet”leri “normal” karşılamak mümkündür; ama kuruluşundan yüzyıl sonra bile o hassasiyeti aşamamak, hâlâ on binlerce kurban verdirtecek bir ağırlığı olacak kadar derinleştirmek, dış politikasının ayar noktası olarak sabitlemek, hassasiyetin hastalığa dönüştüğünün “milli bünye”yi hastalıklı hale getirdiğinin kesin kanıtıdır. TC, özellikle bu AKP iktidarının varisi olmakla övündüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun, son yüzyılında gayri Müslim tebaasına ilişkin hassasiyetlerini sorunlaştırdığı için kendisine takılan “hasta adam” sıfatına böylece “yeniden” müstehak olmaktadır. Şimdi sadece Suriye’nin değil, tüm Ortadoğu’nun “kader”inin belirleneceği önümüzdeki beş on yıllık dönemin eşiği mahiyetindeki Suriye müzakerelerine girilirken kendi Kürt hassasiyetinin öfkeli telaşına kilitlenmiş bir Türkiye olarak verdiği görüntüye başka ne denilebilir ki?

HDP’nin tam da bu sırada yapılan kongresinde “ortak vatan” kavramı bir kez daha vurgulandığında Cumhurbaşkanı sıfatıyla Bay Erdoğan’ın buna verdiği cevabı da ekleyin o görüntüye. Hastalığın neredeyse tedavi kabul etmez düzeyde seyrettiğini derhal teşhis edebilirsiniz.

Bay Erdoğan o sözlere “biz bunları yutmayız, külahıma anlatsınlar” diye makamına değil ama kendisine pek yakışan üslûbuyla karşılık verdi bilindiği üzere. Kendisi en fazla %52 oy aldığı halde tüm “millet” adına söz söyleme ve yetki kullanma hakkına da sahip olduğunu savunan bu zat, “yalan; asıl niyetiniz tam tersi” mealindeki o külhani edalı sözleri, son on yıllar boyunca girdiği her seçimde Kürt nüfus yoğun illerde oyların en az yarısını almış, son iki seçimde Kürt nüfusun ezici çoğunluğunun desteğine sahip olduğunu tescil ettirmiş bir partinin en yetkili kurumlarına karşı sarfediyor. Dolayısıyla o sözlerin gerçek muhatabı Kürt halkının tamamıdır.

Muhatabın HDP yöneticileriyle sınırlı olmadığı son aylar boyunca Kürt illerinde yürürlüğe konulan devlet politikası –bir kez daha– kesinlikle göstermişti zaten. Kürtlerin “aslında” ayrılmak istediklerini “bilen”, bu “bilgi”sinin kesinliğinden hiç şüphesi olmayan, ama ayrılmalarına asla izin vermemeye kararlı bir devlet politikasına özgü tutumun neleri göz alabileceğini yeniden gördük. Şeyh Sait, Ağrı isyanlarında, Dersim de gördüklerimizin 21. yüzyıl teknolojileri ile bulanmış bir tekrarı gibiydi olanlar. Hatta biraz daha fazlası.

Demek ki kuruluştan bu yana “hassasiyet”, azalmak şöyle dursun daha da azgınlaşmıştır. O yüzden; “oluk oluk akıtacağız kanınızı” diye höykürmekle yetinmeyip “kanınızla duş yapacağız” diyen sapıkları kınama zahmetine bile girmeyen bir destekleme kampanyası ile sürdürülüyor Silopi, Cizre, Nusaybin ve Diyarbakır’daki operasyonlar.

Mantığı gereği etnik homojenliği ideal sayan ulus-devlet ideolojisinin –milliyetçiliğin– azınlık etnisitelerin kendi milli devletlerini kurmak için fırsat kolladıklarına dair şüpheden kurtulmaları –son analizde– mümkün değildir. Ama bu şüpheyi azaltmaları, önemsizleştirmeleri, siyasal olgunlukları ve özgüvenleri ile orantılı olarak pekâlâ mümkündür. O nedenle İspanya’da Katalanların, Büyük Britanya’da İskoçların ayrılma eğilimlerini resmileştirmeleri o ülkelerde sükûnetle karşılanabiliyor, karşı tepki “siz bilirsiniz, ama iyi olmaz” ikazlarının ötesine geçmiyor.

Burada ise Kürt sözcüleri niyetimiz ayrılmak değil diye ne kadar taahhütte bulunurlarsa bulunsunlar “külahıma anlat” türünden cevaplarla karşılaştıkları gibi; kendi dilleriyle eğitim yapmak gibi en doğal haklarının tanınması konusunda biraz ısrarcı oldukları takdirde “işte ayrılma, ayrı devlet kurma amacının ilk adımı” tepkisiyle ve “bir karış toprağımızı vermeyiz, kanımızın son damlasına kadar savaşırız” diyen hamaset ve tehdit dalgasıyla karşı karşıya kalıyorlar.

Aradaki büyük farkın en kestirme, özel açıklaması şudur: Birer milli devlet olarak İspanya ve Büyük Britanya’nın egemen ulus/etnisiteleri, bu devletlerin ilk, kuruluş safhalarında geçmişten devraldıkları “fetih hukuku” içinde düşünüyor, ülkede yaşayan azınlık etnisitelerin çoğunlukta oldukları yöreleri fethederek kendi mülkleri haline getirdiklerini varsayıyorlardı.

Sözkonusu milli devletlerin siyasal olgunlukları yaşadıkları tarihsel tecrübelerle geliştikçe ve demokratik zihniyet yapısı yerleşikleştikçe – ve dolayısıyla özgüvenleri arttıkça, bu fatih ulus mantığı, bu arkaik zihniyet yapısı geriledi, marjinalleşti. Türkiye’de ise, anlaşılan o ki, sözkonusu ülkelerden hiç de daha az tecrübeden geçilmemiş olmasına rağmen, siyasal olgunluk, demokratik zihniyet ve özgüven gelişmediği için veya fatih ulus böbürlenmesine sığınmak bunu engelleyebildiği için, sözkonusu arkaik önyargı, varsayım “Kürt sorunu”na yaklaşımın hâlâ temel taşı işlevini sürdürebiliyor.

O yüzden, Bay Erdoğan’ın “külahıma anlatsınlar” deyişi ile; 1960’lı yıllarda Kürtlerin eşit hak taleplerinin –açıkça ifade edilmesi şöyle dursun– ima edilmesi karşısında celallenen namlı Türk milliyetçisi Nihal Atsız’ın önce Ermenilerin başına gelenleri hatırlatıp “ayranımızı kabartmayın” diye tehdit ettikten sonra, “yurt istiyorlarsa çekip gitsinler, BM’ye başvurup kendilerine Afrika’da yer istesinler” demesi aynı mantık ve yaklaşım üzerinde birleşebiliyor.

Dolayısıyla “yazık” derken Türkiye’de devlet ve çoğunluk –Sünni/Türk– milliyetçiliği aklının hâlâ arkaik saplantılardan kurtulamamış, onun kurşuni labirentlerinde dolaşmaktan hastalıklı hale düşmüş olmasına esef etmenin yanısıra; on yıllar öncesinden beri Türkiye’nin “Kürt sorunu”nu Ortadoğu çapında bir sorun olarak ele almasının hem zorunlu olduğunu; hem de böylece bütün Ortadoğu ve bölge halkları için eşitlik temelinde yeni ve büyük bir birliktelik ufku açılacağını defalarca vurgulamış biri olarak, bu imkânın şimdi göz göre göre heder ediliyor olmasına duyduğumuz öfkeyi ifade etmiş oluyoruz.