Daha da Eskimez İnsan
Aksu Bora

Bazı şeyler eskidikçe yumuşar. Deniz kenarında yeşil mücevherlere benzeyen cam kırıkları gibi. Zamanı yutarlar. Artık üç değil, dört boyutludurlar. Sadece yumuşamazlar, yoğunlaşıp derinleşirler de. Bunlar hafıza nesneleridir. Zamanı yutma kapasitesi olan nesneler. Bildiğimiz ve bilmediğimiz anıları taşırlar. Onlarda dokunduğumuz, nesnenin kendisi kadar, zamandır. Böylece zaman soyut bir fikir olmaktan çıkar, bir gerçekliğe dönüşür. Böylece biz, insanlar, dünyayı evimiz kılabiliriz. Kendimizi zamanın içine yerleştirebiliriz.

Gündeliğin müthiş bir hızla aktığı, insanları, nesneleri, ilişkileri önüne katıp sürüklediği bir çağda, nesnelerin gücü ne olabilir? Yumuşayıp derinleşebilirler mi? Anı biriktirebilirler mi? Taşıyıp aktarabilirler mi? 

Yoksa Masumiyet Müzesi nesneleri gibi, bir yazarın zihninde şekillenen kelimeleri mi temsil edebilirler ancak? 

Tuhaf şey. Kelimelerin nesneleri temsil etmediklerine inandıktan elli sene sonra, tersine mi inanmaya başlamalıyız; nesnelerin kelimeleri temsil ettiklerine? Böylece onları taşıyamayacakları bir yükten kurtarıp hatıraları kelimelere yükleyebiliriz. Nesneler olsa olsa, o kelimeleri çağıran işaretlere dönüşürler. Ve kelimeler de başka kelimeleri… 

“Anne elbisesi” diye satılan o acayip şey gibi: Boz bir zemin üzerine biraz daha boz çiçek desenli, önden düğmeli, yumuşak elbiseler. Kimsenin annesini değil, anne kelimesini temsil ederler. Sevgililer günü balonları gibi. Kimsenin aşkını değil, aşk kelimesini. 

Böyle zayıf nesneler ve çok güçlü kelimelerden oluşan gerçeklik, nasıl bir gerçekliktir? Böyle bir gerçeklik içinde yaşayan bizim birbirimizle ilişkimiz nasıl şekillenir? Annemizle, sevgilimizle? Ne de olsa annemiz de o iç kıyıcı annelik reklamlarını seyrediyor (link), sevgilimiz “ilişki durumu”na adımızı yazıyor. Hatıraların üzerine yazıldığı nesnelerden biri olarak bizim kendimizle ilişkimize ne olur? Dünya hâlâ evimiz olarak kalabilir mi? 

Dünyadaki varlığımızın nasıl eğreti olduğunu anlatan o ürkütücü filmlerin (Amenabar’ın Abre Los Ojos’unu hatırlayın!) çoğunun 1990’larda yapılması tesadüf değildir muhtemelen. Meğer her şey kurguymuş, meğer her şey kafamızın içinde olup bitiyormuş, meğer her şey birilerinin yazdığı bir senaryoymuş… Kendimizi evimizde hissetmeyişimizin işaretleri. Nesnelerin yüklerinden kurtulup ağırlıksızlaşmasıyla tutunacak kelimelerden başka bir şeyimizin kalmayışının.

Söke’nin bir köyünde kadınların yüz küsur yıllık ekmek mayasını beslemeye devam ettiklerini öğrendiğimde nasıl sevindiğimi anlattığım bir arkadaşım “bu da feminist romantizm galiba” diye dalga geçti. Belki de haklıydı. Ne de olsa romantizm her zaman ev özlemiyle ilişkilidir. Bu kadınların varlığını bilmenin beni nasıl sakinleştirdiğini, yatıştırdığını anlatmadım artık. Gidip yıllar önce verdiği kitabı aldım, arasında o zamandan beri sakladığım çizgi bandı gösterdim. Hatırladı. Romantizmse romantizm!