Savaş mı?
Derviş Aydın Akkoç

Savaş hukuken olduğu kadar ahlaki olarak da meşrulaştırılan amaçlara istinaden, şiddet araçlarına müracaat edilerek “öldürme eylemi”nde bulunmaktır. Fakat öyle görünüyor ki, çağımızda savaş kelimesinin de içeriği ziyadesiyle değişti, hatta belki de bu kelimenin yerinde yeller esiyor şimdi: Kitlesel ölümlere, harap edilen kentlere, hakların ve özgürlüklerin ilga edilmesine, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesine rağmen yaşananların savaş olup olmadığı tartışma götürür vaziyette. Nitekim dikkat edilecek olursa, uzun zamandır hiçbir devlet adamının yahut askeri yetkilinin ağzından “savaş” kelimesi çıkmıyor; çıksa da alışılmış çağrışımlarıyla yankılanmıyor. Savaş kelimesinin yanı sıra, “düşman” ve “dost” gibi kelimeler de tedavülden kalkmak üzere. Dostoyevski’nin lafıyla, bugün dünyanın dört bir yanında, özellikle de Ortadoğu’da “şampanya gibi kan dökülüyor” ama, bu kanlı oyunlar “bildiğimiz manada” savaş olmayabilir. 

***

Zamanımızın ölme ve öldürme, güvenlik ve özgürlük gibi ikiliklerini şekillendiren esas kelime, savaştan ziyade “mücadele” kelimesidir. Mücadele kelimesi, savaş kelimesini de içermek suretiyle çok daha geniş, kullanışlı ve etkili içeriklerle donatılmıştır. “Savaş” açılır (ilan edilir) ve kapanır bir süreçtir, başı ve sonu vardır; buna mukabil “mücadele” ise uzun erimlidir ve daima sürme eğilimindedir, sonu olmayan bir teyakkuz durumudur.

“Mücadele” “savaş”tan farklı olarak muhatabını “öldürmeyi” değil, “etkisizleştirmeyi”, keza “esir almayı” değil, “ele geçirmeyi” eksen alır. Bu itibarla, etkisizleştirilen nesne de “düşman” değil, “terörle mücadele” esprisinde olduğu üzere “terörist” figürüdür. “Düşman” olanca tehditkârlığına rağmen önünde sonunda bir “insan”dır. Yalnızca düşman öldürülebilir bir niteliğe sahiptir, garip varlığıyla “terörist” bu payeden yoksundur. Savaş değil, “mücadele hukuku” söz konusudur burada. Bu durumda bir soru kendini dayatır: Etkisiz hale getirilenlere “ölü” mü denir? 

Terörle mücadeledeki inceltilmiş hukuki mantık, bu soru özelinde ölüme ilişkin sınırları bulandırmaktadır. Sadece hukuk değil, bir bütün olarak siyasal iktidar, etkisiz hale getirilenleri “ölü” olarak nitelendirdiğinde, kimi ahlaki yükümlülükler altına girmek durumunda kalacaktır. En basit, kadim ve bilinen saygı ilkesi icabınca ölülerin gömülmesi gerekir. Ölü, toprağın üstünde değil, altında olmalıdır. Kürt vilayetlerinde son dönemlerde yeniden yaşanan gelişmelerin de gösterdiği üzere, mevzu terörle mücadele olunca, etkisiz hale getirilenler ölü değil, olsa olsa “leş”tir. “Leş,” hukuk dışı olduğu kadar ahlak dışıdır da. Zira insana değil, hayvana, o da eti temiz ve helal olmayan hayvana karşılık gelir. Etkisizleştirilenler kesinlikle “av hayvanı” değildir, türlü kimyasallar kullanılarak yahut yakılarak kökü kurutulmak, daha doğrusu temizlenerek arınmak istenilen “haşerata” daha yakındırlar. 

 

***
Terör söylemine binaen etkisizleştirilen bir canlıya, yani bir “leşe” bir ölüden farklı muamelelerin yapılmasında “ahlaken” herhangi bir sakınca yoktur. “Leş” üzerinde gerçekleştirilen bazı işlemlerin (deşme, parçalama, gövde yolma, organları kesme vb.) kendine özgü bir mantığı vardır. Bir kuralsızlığın yahut taşkınlığın değil, kendi yasalarına göre hareket eden bir anlayışın ifadesi olan bir mantıktır bu da. “Leşi” ezme, sürükleme, teşhir etme, toprağa gömmeme, mezardan yoksun kılma, bir vakitler mezarlara gömülmüş olanlarıysa mezarsız bırakma gibi pratikler siyasal iktidarın ahlaksızlığı değil, aksine ahlakının tezahürüdür. Buradan bakıldığında: şayet Walter Benjamin haklıysa, yani herhangi bir eylemin şiddete dönüşmesi onun “ahlaki ilişkilere nüfuz etmesi sayesinde” gerçekleşiyor; ahlak ve şiddet arasındaki karmaşık düzeneğin çatısını da hukuk ve adalet arasındaki ilişki belirliyorsa, “leş” mefhumu özelinde karşımızda nasıl bir ahlak, hukuk ve adalet anlayışı vardır? 

***
Ürkütücü bir olasılık ama kamunun büyük bir kısmı, siyasal iktidarın eylemlerini ahlaken kabul etmiş olabilir. İktidarın “leşler” üzerindeki kanlı oyunlarının elbette gaddarlıkla, vahşetle doğrudan alakası var. Ama gaddarlık da bir yönetme tekniğidir ve hiçbir gaddarlık türü, adına hareket ettiği toplumsal yapının ahlaki icazetini almadan ayakta duramaz. Hal böyle olunca sevimsiz bir mesele duyuruyor kendini: Bunca gaddarlığa rağmen, hayat normal ölçüsünce nasıl devam ediyor: ideoloji mi, söylem mi, çıkarlar mı, yalanlar mı, kayıtsızlık mı, ölümü kanıksama mı, hangisi etkili bunda…