Vatandaşlık Ödevi
Polat S. Alpman
Faşizmin büyülü bir yanı vardır. En ihtimal dışı olduğu yerde, hiç beklenmedik bir anda bile ortaya çıkabilecekmiş gibi hatırlanır. Mültecilerin Avrupa sürgününde görüldüğü gibi, ondan en uzakta olduğunuzu düşündüğünüz an, onun yaklaşmaya başladığı andır. Faşizm yurtseverliğin, “hakiki” vatandaşlığın tescillendiği yerdir. O bir hâldir, herkesin dahil olamadığı, dahil olanların ise dahil olamayanların akıbetini belirlemeye yetki kazandığı, her türden şiddet gösterisinin “yücelik” uğruna meşrulaştırıldığı muktedir hâllerden biridir. Muktedir olmanın bütün sıkıntılarından, sorumluluğundan kurtulmak ve bizzat muktedir olduğu için huzurlu olmak hâli...

Türkiye’de özellikle sol mahfillerde faşizm kelimesinin gevşek bir biçimde kullanıldığı bilinir. Genellikle her türden otoriter yasaya, otoriterlik gösterisine “faşizm” bir kulp olarak takılır. Faşizm kulpu bir kez takıldıktan sonra hakiki bir çözümleme ihtiyacı gerekmediği için olgular dondurulduğu yerde kalır ve bundan sonra faşizmin mevcut halinin uzun uzun, koyuca altı çizilir. Bu biraz alışkanlıktan, biraz da çaresizlikten... Yurdumuz, uzun zamandır, faşizmin alameti farikalarıyla içli dışlı olduğu için bu faşizm nitelemesine hak vermemek mümkün değil. Yine de siyaset biliminin tanımladığı kategoriler açısından Türkiye’deki rejimi faşizm olarak nitelendirmek gerçekçi olmaz, henüz orada değiliz. Ancak Tanzimat’tan ve tamamlanmamış bir devrim olan Cumhuriyet’ten bugüne eşit, özgür, adil bir “vatandaşlık rejimi” oluşturulamadığı da muhakkak. Bizden öncekiler bunu başaramadı (başarmak gibi bir niyetleri de yoktu), hala da başaramıyoruz.

Faşizm “vatandaş” derken, birilerini vatandaş olarak yanına çağırırken, bu başarısızlığın neden olduğu toplumsal parçalanmayı kullanır. Türkiye’de, İtalyan faşizminin gündelik hayatı baskı altına almak için kurduğu “kara gömlekliler” gibi örgütlere ek olarak, bu tür örgütlenmelere ihtiyaç duymaksızın, “sıradan vatandaşların” devlet düşmanı olarak bellediği kimliklere taarruzunu vatanperverlik, yurtseverlik olarak kutsayan bir anlayışın egemen olmasında söz konusu başarısızlığın önemli payı var. Bu tür anlayışlar eline kamu gücü ve yetkisi geçirdiğinde ise cari hukukun dışında işleyen farklı bir hukuk sistemi devreye giriyor ve hem suçun hem de suçlunun mahiyeti değişiyor. Sonrası malum... Cinayeti görmenin, suça tanık olmanın herhangi bir anlama gelmediği, nerde durduğunuzun daha belirleyici olduğu bir sosyal ve politik iklimi faşizm olarak nitelemek siyaset bilimi literatürü açısından yersiz ve abartılı gibi gelebilir. Ancak buna maruz kalanların yaşadığı iklimi tarif eden kavramlar içerisinde en yakışanı da bu gibi görünüyor.

“Vatandaş hesap sorar, kul itaat eder” ilkesi, bu ülkede yaşayan, bu ülkenin vatandaşı olan herkese siyasi parti bezirganlığı yapmayı bir kenara bırakmayı, vatandaşlıktan kaynaklanan ortak hukukumuz olduğunu ve her şey için hesap sorma hakkımızı hatırlatır. Türkiye’de çok uzun süredir hesap sorma meselesi sadece sandığa mahkum edildiği için her türden hak-hukuk talebini “terör” diyerek bastırmaya çalışan bir retorik, siyasetçilerin ve çevrelerindeki bezirganların diline pelesenk oldu. Artvin, Cerattepe’deki vatandaşların bir maden şirketine ve onun şahsında yöneticilere direnişinin kıymeti de burada başlıyor. Cerattepe’deki ahali, sermayenin önünde hiçbir geçerliliği kalmayan vatandaşlık haklarını, sadece sermayeye değil yöneticilere ve bir türlü çalıştıramadıkları hukuk sistemine karşı da savundular. Bu savunma vesilesiyle, hukukun gücünün yetmediği yere fiili müdahale etmenin, sermayeden değil toplumdan yana olmanın ve yönetenlerden hesap sorma hakkının vatandaşlık ödevi olduğunu ve gündelik hayata yerleşen faşizm ile mücadelede etkili yolun bu olduğunu hatırlattılar.

Türkiye’de hukuk sistemi felç olmuş, adaletten umut kesilmiş olabilir. Bir iç savaş halet-i ruhiyesi -doğusu ve batısıyla- toplumun iradesini esir almış olabilir. Toplumsal kutuplaşma yoğunlaşmış, ötekileştirmenin şiddeti artmış olabilir. Paramiliter gruplar gündelik hayatı terörize etmeye yeltenecek kadar palazlanmış ve memleket her an, kimden ve ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan terör saldırılarına açık hale gelmiş, hatta bazı ülkelerin komplo ve sabotaj sahasına dönüşmüş olabilir. İşin başında bulunanlar, yani politikalarıyla, hatta yaptıkları her şeyle ilgili vatandaşlara hesap vermekle yükümlü olanlar, kendilerinden hesap soran, kendilerini eleştiren herkesi, her kesimi hainlikle suçlayıp kendilerini “lâ yus-elu ammâ yef’alu” (yapıp ettiklerinden dolayı eleştirilemez, sorgulanamaz) kabul edebilir. Bunların hepsi mümkün... Ancak Türkiye’de yaşanan siyasal krizleri, kişisel amaçları için suiistimal etmek isteyenleri gören, duyan, koklayan, hisseden bir toplumsal iradenin, bütün olumsuz koşullara, ağır ideolojik bombardımanlara, yalanlara ve kara propagandalara rağmen kendini gösterebileceğini, sesini duyurabileceğini hissettirmesi önemlidir. Bu toplumsal irade, bu ülkede, vatandaşların yaşadığını göstermektedir.

Cerattepe’de yükselen sesin kıymeti biraz da burada...

Buyurgan siyaset stilinin her geçen gün normalleşen, olağanlaşan ve gündelik hayata sirayet eden dili, söylemi, hal ve hareketleri karşısında toplumun aklıselimi; sermayenin doymak bilmez iştahı karşısında bizim olanın savunusu; maden çıkartmak uğruna ahaliye saldırmanın karşısında dereyi, doğayı, havayı, tepeyi kendinden bir cüz bilerek verilen kavga kazanacak. Eleştiriyi ihanet olarak göstermek, hesap sormayı marjinalleştirmek, vatandaşların politik, ekonomik, sosyal, ekolojik ve her türden taleplerini tehdit olarak kabul etmek otoriterlikten totaliteryanizme geçişin bir ifadesidir ama Türkiye’de vatandaşlar vardır. Vatandaşlar, yani yaşadığı müşterek yurt üzerinde herkesin huzurla geçimini sağladığı, yani gerçekten müreffeh, eşit, özgür ve haysiyet sahibi insanlar olarak yaşamak isteyenler, kendisini yönetenlere her zaman ve her yerde hesap sorma hakkını elinde tutup bu hakkı hiç kimseye, hiçbir kuruma devretmeyenlerdir.

Bugün buna “vatandaş” diyorlar.
Siz, yurttaş da diyebilirsiniz.