Ego (II)
Erdoğan Özmen

Kitlesel katliamların, toplu ölümlerin, vahşetin hiç sonu gelmeyecek sanki. Meydanlarda, caddelerde, evlerin bodrumlarında, soğuk denizlerde, sınır boylarında çocuklar ölmeye devam edecek. Kötü adamlar savaş ve iktidar arzularından, ölümcül politikalarından asla vazgeçmeyecek. Zulmün, nefretin, düşmanlığın ve yıkıcılığın hiç kesilmeyecek arkası. Güç ve para sahiplerinin pis oyunlarında masadaki basit bir kozdan gayrı hiçbir kıymeti olmayacak sıradan insan hayatının. Masumlar, kimsesizler, güçsüzler insandan bile sayılmayacak. Yoksulların, zayıfların kahredici çaresizliği çatlayana kadar durmadan artacak. 

Ama biz nasıl böylesine kayıtsız kalabiliyoruz peki? Nasıl başarıyoruz bu denli kör, sağır olmayı, başkalarının acısını zerrece umursamamayı? Buz gibi bir soğukkanlılıkla koruduğumuz bu mesafeli ve uzak bakışı, bu ilişmeme-bulaşmama tavrını hangi zamanda edindik biz? Daha da fenası, kendimizi süzme aptallara özgü bir bönlükle bütün felaketlerin dışında kalacağımıza inandırma, bu zavallıca aldanış hali değil midir?

En başa gitmeliyiz o yüzden. Her şeyi ilk haliyle yeniden düşünmeli, bütün temelleri ve başlangıçları yeniden sorgulamalıyız. Bize öğretilenlerin tümünü elimizin tersiyle itip ilk kezmişçesine bakmalıyız dünyaya. İçimizi öfke ve hınçla kanırtmanın kolaya kaçmak olacağını bir an bile unutmadan bütün inançlara, dogmalara ve ideallere aynı kuşkuyla yaklaşmalıyız. Böylesine yok hükmündeyken hayatlarımız, elimizde avucumuzda muhafaza edeceğimiz hiçbir şey kalmamışken… Biz en dipten başlamadıkça, kökenlere dönmedikçe çünkü, kötülük hep aynı yerinde kalacak, hiçbir şey değişmeyecek. Kendimizi yeniden insanlık olarak düşünmeyi öğrenemez, bu onur ve şereften mahrum yaşamakta ısrar edersek, şimdiki ağır çürüme ve yok oluş artarak sürecek.

***

Hepimiz aynıyız işte. Aynı uğursuz kanaatlere, aynı korkunç inançlara teslim ettik kendimizi çoktan. Hayatı “gücü gücüne yeten” yasasının geçerli olduğu bir savaş alanı, kazanmak için her türlü kuralı ihlal edebileceğimiz hileli bir oyun gibi görüyoruz artık. Yalnızca kişisel güce ve kendi sınırlı çıkarlarına yönelmenin, kendimizi en hayvani ve ilkel altyapımızla; “hayatta kalma içgüdüsü”yle eşitlemenin küçültücü eşiğine, o yüz kızartıcı düzeye saplanıp kalmak bu. Buradaki, herkesi kuşatan ve uyuşturan hınç yüklü temel kabul, güçlü olanın hayatta kaldığı ve mağdur statüsüne düşmüş olanın bunu çoktan hak ettiğidir. İnsanın, cellatlar ve kurbanlardan oluşan bu cehennemini kendinden başka kim yaratabilirdi ki zaten? Dahası, kendi en temel güvenlik ihtiyacı ve arayışımızı rakip ve düşman saydıklarımızın (hemen yanı başımızdakilerin yani) bertaraf edilmesine endeksleyen bir duygu ve zihniyet kalıbına esir düşmek vardır burada. 

Bu noktanın önemi apaçık değil mi: Çünkü ego düzeyinde (imgesel boyutta yani) mevzubahis tek şey niceliktir. Burada, kendi türümüzün diğer bir üyesinin daha büyük ve güçlü ya da küçük ve zayıf olması dışında başka hiçbir ölçü ve değere yer yoktur.

Kendimizinkinden tümüyle farklı ilke, değer ve motivasyonlara göre davranan ve vaziyet alan bir ötekinin tanınması bile söz konusu değildir artık. Dolayısıyla bu düzeyde sadece egemenlik kurmanın ya da boyun eğmenin terimleri ve hükmü geçerlidir. Aynı biçimde rakip olarak görülen bireye yapılacakların bir sınırı da yoktur burada. “Dişe diş kana kan” ilkesinin düzeyidir bu. Nitekim, nefretle yüklü yoğun agresyonun ve en vahşi düşmanlık hislerinin kendimize en çok benzeyene yönelmesi sebepsiz değildir. Buradaki temel inanç, kendimizin ve etrafımızdaki başka herkesin aynı ego yapısına sahip olduğudur.

Standart Freudçu modeldeki, çocuğun aynı cinsiyetten ebeveyne yönelik sınırsız nefretini de bu bağlama yerleştirebiliriz pekâlâ. Bu düzeyde sadece ikiliklere inanır, ikili karşıtlıklar içinde düşünürüz. Benzerlikler ve eşlikler bulmanın, bunlardan bireşimler oluşturmanın, en ilksel yanılsamanın düzeyidir bu. Aynı ikili düzende yalnızca iki olasılık geçerlidir artık: Bir uçta ötekine tam bir gömülme ve batma, sınırların silinmesi, ve diğer uçta radikal bir yadsıma hali, tümüyle görmezden gelme. Hipnoid bir kendinden geçme tınısı da taşıyan, günümüzün en bariz fenomenlerinden totaliter figürlerle özdeşleşme arzumuzun gerisinde de kendimizi aynı sürü mantığı uyarınca, tüm farklılıklarımızı silen ve temsil edilemez kılan bir çerçevede algılıyor olmamızın önemli bir rolü olmalı.

Bir uçta sınırsız güç ve zenginlik arzusunun diğer uçta zayıflık, yetersizlik ve başarısızlıktan duyulan ağır iğrenme duygusunun bütün toplumsal sınıfları aynı ölçüde kat eden bir yaygınlık kazanması ve bunun temel iki insanlık durumu olarak tortulaşmasının gerisinde de aynı matris bulunmuyor mu? Dayanışmanın, yardımlaşmanın ve ortaklaşmanın bütün referanslarının çöktüğü uğraktır burası. Örgütlenme fikrinin anlamını bile kaybettik, daha ötesi var mı?

En beylik söylenişiyle “egoizm” çağındayız işte. İrili ufaklı “egoist” birtakım heriflerin “Yapıyorum çünkü yapabilme kudretine sahibim!” ya da “Şu anda yoksun olduğum şeye –güce, zenginliğe, ihtişama– bir zamanlar ben sahiptim. Onu benden çalan ve beni güçsüz-muhtaç hale düşürenlerden hesap soracak ve onu geri alacağım!” sloganlarının bayrağı altında dizildiği ve aynı hoyratlıkla hayatlarımıza kast ettiği ürkütücü vasat... Yalnızca intikamcılığın ve hıncın kendine yer bulabildiği, başka her türlü tutku ve arzunun silindiği çorak ülke... Dillerindeki “dava”, “inanç” lafları yürüttükleri bencil ve sefil çıkar-güç-zenginlik kavgasının basit bir örtüsüdür artık.

Yukarıda da söz etmiştim: Bu çağın alamet-i farikası tüm kişisel gelişim uzmanlarının-öğretilerinin “İstediğin neyse, evrene onun enerjisini-mesajını yolla; pozitif düşün; devam et, başarabilirsin!” türü buyrukları da aynı vasatın ürünüdür ve varlığımızın en alt, en ilkel, en çiğ katmanına hitap etmenin derdindedir.

Velhasılı, kendini hiçbir koşul, ilke ve yapı ile sınırlı ve bağlı saymadan, tam bir ‘özgürlük’ ve serbestlikle tüm konuşma, ilişki ve eylemlerine “Ben” diye başlayan; kendini, kendi konumunu hiç kimseye izah etme gereği duymaksızın “Ben” demekten bir an bile geri durmayan, kendi ayna imgesiyle biçimlenmiş/büyülenmiş insanın en ham hali bu.

Burada, insanın kendi fikir, hayal ve duygularından ibaret bir hayat tasavvuruna kitlendiği, herkesi aynı varsaydığı, dolayısıyla başkasını/ötekini dinlemediği, merak bile etmediği bir cemaatin klonlarıyızdır artık. Farklı düşüncelerin varlığının ve düşünce özgürlüğünün daha baştan, kategorik olarak reddedildiği ve hatta kavranamadığı kapalı bir evrenin birörnek elemanları… Simgeselin/sözün/kelimenin imgeselin içine, imajların ve reklamların parlak, sahte ve baştan çıkarıcı dünyasına düşerek yok oluşu vardır burada.

Belki de bu dönemin daha henüz başındayız. “Ben…” diye başlayan büyüklenmeci söylem ve tavırların daha perişan ve daha hastalıklı örneklerine (düpedüz hezeyanlı biçimlerine) hazırlıklı olmalıyız.   

***

Freud’un önemli iddialarından birisi, kendi alanında ve kendi özgül biçimiyle Kopernikçi dönemeci/kırılmayı tekrarladığıdır: Nasıl ki Kopernik dünya’mızın evrenin merkezi olmadığını, güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunu ileri sürmüş ve bu anlamda onu merkezsizleştirerek başka bir merkezin etrafında döndüğünü göstermişse, Freud da (bilinçli) ego’nun insan psişesinin merkezi olmadığını, nihayetinde bir epifenomen, esas merkez olan bilinçdışı ya da İd’in etrafında dönen bir uydu olduğunu göstermişti. Dahası, Freud buraya Darwin’i de (insan canlılar silsilesinin devamından ibaret sıradan bir varlıktır) ekleyerek bunları insanın maruz kaldığı (onu çeşitli düzeylerde merkezsizleştiren, bir merkezden mahrum eden) büyük narsisistik zedelenmeler olarak adlandırır. 

Bu iddiayı, merkezin ego’dan psişenin esas tözsel odağı olarak görülen bilinçdışına ya da id’e kayması ve yeni bir merkezin inşası biçiminde değil de, en radikal anlamında, mutlak merkezsizleşme olarak anlamak gerektiğini söyleyip, öznenin kendi kendisiyle özdeş tözsel ego’dan tümüyle farklı bir zeminde ve yapıda (yasaklı ve üstü çizili özne) kavranması mecburiyetini bir kez daha vurgulamış olalım.

İnsan başlangıçta demek ki, erken doğumu nedeniyle en aciz, gelişimi en yavaş, ağır aksak ilerleyen hayvan türüdür. Yıllarca tam bir çaresizlik ve muhtaçlık içinde, herhangi bir şeyi kendi başına yapabilme kapasitesinden büsbütün yoksun halde, başkalarına mutlak olarak bağımlı yaşamaya mahkumdur. Kendi ayna imgesinin –ya da ebeveynlerinin ve kardeşlerinin bütünsel beden imgesinin– kurucu/oluşturucu işlevi sayesinde imgesel bir kimlik edinir. İmgesel kimlik, demek ki, kendinin dışındadır. Ego ego’nun dışında var olur. Bu anlamda yabancılaşmış bir kimliktir ego. Lacan, Rimbaud’nun ünlü sloganına (“Ben bir başkasıdır/ötekidir” (je est un autre”)) bu bağlamda sık sık atıf yapar (Gerçi bu atıf başlangıçta “ego bir ötekidir” iken daha sonra “büyük Öteki” ve öznelliğe ilişkin kavrayışlarındaki derinleşmeye paralel olarak “(birinci şahıs zamiri anlamındaki) Ben bir Öteki’dir” biçimini alır).

Şöyle söylenmeli o halde: Öznenin imgesel kimliği olarak anlaşılması gereken ego bireyle doğrudan eşitlenemez. Ego özneyi öteki aracılığıyla, ötekinin sağladığı bir sapak sayesinde bireyleştirir. Bu bakımdan başkalarını/ötekini değersizleştirici her jest ve tavır en nihayetinde insanın kendi içinin kuruması ve boşalmasına varır. Haset ve açgözlülüğün toplu bir çürüme ve yıkımla sonuçlanması, tam da mümkün olduğu en temel yerden toplumu aşındıran en habis duygu örüntüleri olması bu yüzdendir.