Kayı Obasında Bu Hafta
Polat S. Alpman

Türkiye’de ortalama bir muhafazakârı, içinde bulunduğu durumu eleştirel olarak düşünmeye sevk edecek herhangi bir dinamik kaldı mı ya da şöyle soralım: Türkiye’yi nasıl bilirsiniz?

Uzun bir süredir neredeyse her türden toplumsal trajediye açık hale geldiğimiz sır değil. Hiçbir değerin herhangi bir ilke içermediği, herkesin kendini karşısındakine göre konumlandığı bir aşamada hayatta kalmaya çalışıyoruz. Makul ve müdrik olanlar ile siyaset yapıcılar ve en başta da muktedir olanlar arasında bir istişare zemini kalmadı. Hükümet sürekli ne kadar iri ve diri, bir ve bütün, büyük ve güçlü, hatta istikrarlı olduğumuzu anlatarak aslında sorunun ne olduğunu kendi meşrebince, dili döndüğünce anlatıyor. Bu nedenle şu an için kendinden başka herkes potansiyel alçak, kötü ve hain. Burada çok ciddi bir başarı var ve bu yabana atılamaz. Bu kadar uzun süre ve bu kadar güçlü hükümetler kurup bu kadar manevra alanı oluşturabilmek meziyetten fazlasını gerektirir. Bu bahis başka bir tartışmanın konusu olarak kenarda dursun, başka bir yere bakmanın gerekli olduğunu öne sürüyorum. Şimdilik buna siyasal projeksiyon kaybı diyerek devam edelim.

Örneğin hükümete yakın bir vakıf ve derneğin, ilköğretim öğrencilerinin kalması için kiraladığı evlerde yaşanan cinsel istismar ve tecavüz hadisesini kınamak isterken “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz” demenin gerekçesi ne olabilir? Hem de ilköğretim öğrencilerinin yurt, pansiyon, ev ve benzeri yerlerde kalmalarının kanunen mümkün değilken ve bu nedenle söz konusu vakıf ve dernekle ilgili soruşturma talebinin gündeme getirildiği bir ortamda neden bu kurumları savunma ihtiyacı hissedilir? Elbette bu ifadelerin sahibi olan bakan menfur hadisenin üstünü örtmek ya da hafifletmeye çalışmak istemez, o da herhangi birimiz gibi adaletin tecelli etmesini arzu eder. Olaya verilen tepkiler ve bir kısmı siyasal eleştiri içeren ifadeler, bakan tarafından hizmetleri takdir edilen bir vakıf üzerinden yapılıyor, doğru. Ancak bir bakanın böyle bir olayın gerçekleşmesine zemin hazırlayan bir kurumu doğrudan ve dolaylı mağdurlarla empati yaparak değil de siyasal pozisyonunu korumak için savunmaya çalışması eleştirilmelidir. Çünkü tepki sadece vakfı değil, vakfın şahsında ilköğretim öğrencilerini dini eğitim amacıyla evlerde toplayıp onları tacize karşı savunmasız hale getirdiği iddia edilen bu ‘nesil yaratma’ modeli de kapsamaktadır ve bunun eleştirisini de içermektedir.

Bir rektör yardımcısı, ki dolayısıyla profesör, Türkiye toplumunun çok irfan sahibi olduğundan dem vurmak isterken eğitimlilerin ne kadar pespaye oldukları ifade edip umudunu –ifade kendisine ait- “cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine” bağladığını ifade etti. (Buradaki eğitimliler ifadesi Barış İçin Akademisyenler girişimi vesilesiyle söylenmiş olsa da kast edilenlerin genel anlamda münevverler, aydınlar olduğunu ifade etsek yanılmış olmayız.) Eğitimin, hukukun, özgürlüklerin refah ve kalkınma için öncelikli gereklilikler olduğunu ya da Türkiye’deki eğitimin kafa üstü çakılıp dibe vurduğu gerçeğini es geçip şu soru sorulabilir: Türkiye Cumhuriyeti’nin iyi-kötü, doğru-yanlış ama kendine iş edindiği ve çoğu zaman ideolojik bir manivela olarak gördüğü eğitim seferinin, cehaletle mücadelesinin kazanımlarından biri olan bu muhterem rektör yardımcısı, neden eğitimlilerden nefret eder, neden “okuma oranı arttıkça beni afakanlar [hafakan] basıyor” deme ihtiyacı hisseder?

Sanırım bunun Türkiye’deki eğitime olan itimatsızlığıyla ya da övmek niyetiyle ifade ettiği “cahil ve okumamış kesime” yönelik büyük iştiyakıyla pek ilgisi yok. Devletten ve toplumun kalabalık kesiminden farklı düşünme cesareti gösterenlere karşı o bildik nefretle, aydın nefretiyle ilgisi var. Eğitim seviyesinin yükselmesi ile “başka bir Türkiye mümkün” inancının artması arasındaki korelasyonla bir ilgisi var. Belki de müstafi rektör yardımcısının eğitimli kesimleri kendi politik ideallerine ikna etmekte zorlanmasıyla bir ilgisi var. Ama en çok, Başbakanın bir akademisyen ve dahası bir profesör olduğu güzide memleketimizde, devleti eleştirmeyi göze aldıkları için şu an cezaevinde olan akademisyenlerin, hiçbir şey söylemeden anlattıklarıyla ilgisi var. (Son olarak şunu da ekleyelim, kişi kendi yaptığı genellemeyle bu kadar temelden çelişmek lüksüne sahip olmamalı. Hem profesör olup hem de en tehlikeli, en fazla “zihinleri bulanık” ve “olayları okuyamayan” kesimin profesörler olduğunu söylemek akla takla attırıp irfanı tepelemektir.)

Bunlar her gün başka versiyonlarını gördüğümüz, okuduğumuz memleket havadisleri. Bunlara eklenen ve asıl şaşırtıcı olan hadise Reza Zarrab’ın (ki biz kendisini Rıza Sarraf olarak tanıdık) Amerika’da tutuklanmasıydı. Konuyla ilgili yorum yapmak için yeterli düzeyde bilgiye sahip değilim, ancak New York Güney Bölgesinin savcısı Preet Bharara’nın Türkiye gündemine girmesi başlı başına bir olay olarak kabul edilmelidir. Birçok kişinin ifade ettiği gibi Bharara’nın twitter hesabı çok kısa süre içinde ve akıl almaz bir biçimde yükseldi. (Zarrab’ı tutuklamadan önce 8 bin olan Bharara’nın twitter takipçi sayısı, bu yazı yazılırken 220 bini geçmişti.) Tahmin edileceği üzere Bharara’nın yeni takipçileri Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları. Diğer taraftan hükümete yakın yayın organlarında Bharara’nın Gülen cemaatinin adamı olduğu, asıl amacının hükümeti devirmek olduğu yönünde iddialar ve imalar gırla gitti. (Öğrenebildiğimiz kadarıyla savcının güçlü bir kariyeri var, ancak Türkiye’de herkes kendi şarkısını dinlemeye devam ettiği için bu kariyerin de pek bir değeri ve anlamı yok.)

Bir yanıyla gerçekten komik ve eğlenceli olan bu hadise bir yanıyla oldukça trajik ve üzücü. Komik ve eğlenceli, çünkü Amerika’da yaşayan bir savcı, bir sabah uyanıp Türkler tarafından çok sevildiğini, merak edildiği ve cemaatçi olduğunu öğrenmesi zevkli bir hikaye. Buna bir de twitter’da takibe aldığı Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından engellendiğine ilişkin dedikoduları ekleyebiliriz. Trajik ve üzücü, çünkü açıkça görülüyor ki, NY Savcısı Türkiye’deki herhangi bir savcıdan daha fazla itibar görüyor ve dahası ahalinin bir kısmı, uhdesinde kalan adalet umudu ve beklentisini -en azından belli bir düzeyde- Bharara’nın tesis edeceğine inanmış görünüyor. Türkiye ahalisinin bu durumunu ciddiye almayan bir siyasal aklın ciddiyetinden ve rasyonalitesinden şüphe etmekte hiçbir beis yok. Çünkü kendi ülkesindeki adalet sisteminden umudunu yitirenler, kendini hırpalayıcı siyaset makinesi karşısında çaresiz hissedenler, siyaset yoluyla derdini dile getirip anlamlı çözümler üretmeyeceğini düşünenler uzun süre bastırılamaz, mutlaka müesses nizama yönelik itirazlarını yükseltirler.

Bu üç örneğin ortak noktası, yani dini bir vakıfta yaşanan sistematik cinsel istismarın ve bu istismarın gerçekleştiği kurumları bakan sıfatıyla savunma ihtiyacı hissedilmesinin; eğitim düzeyi zirve yapmış bir rektör yardımcısının eğitimlilerin aklıevvel ve/veya hain, eğitimden mahrum kalanların, yani cahillerin ise feraset ve sadakat içinde olduğunu dile getirip cehaleti övmesinin; Türkiye’de yolsuzlukla suçlanmış, siyasi müdahale ile kanun önünde paçayı yırtmış ancak kamu vicdanında aklanamamış birini, Zarrab’ı Amerika’da tutuklayan savcıyı memleketin savcısı gibi sahiplenmenin ya da FETÖ/Paralel yapı ya da Gülen cemaatine mensupmuş gibi göstermenin hikmetli, değerli ve ilkesel hiçbir tarafı yok. Burada hükümetin göremediği, ısrarla görmek istemediği şey kendi retoriği ile kendi pratiği arasındaki mesafenin kapatılamayacak kadar açılmış olması. Bu hakikate gözlerini kapatmaya devam ettikçe; bu mesafeyi ciddiye almayı öteledikçe kendini her türden şiddeti ve zor aygıtı kullanmak zorunda hissetmeye devam edecek.