Ey İnsanlar!
Ömer Laçiner

2011’e, hatta “Gezi İsyanı”na kadar AKP iktidarının uygulamalarını, arka plandaki ideolojik faktörler ve politik strateji tercihleri planında, yani –deyim yerindeyse– “teknik” düzeyde tartışmayı yeterli sayan bir hava vardı. AKP’nin “cemaat”le yakında kapışacağını veya bu partinin otoriter bir rejim yönünde harekete geçeceğini iddia eden “ileriyi görmüş”ler bile, bu muhtemel duruma ilişkin görüşlerini politik güç ve rejim mücadelelerine has terminoloji içinde ifade ettiklerinde, konunun “esas”ını dile getirmiş olduklarını farz edebilirlerdi.

Oysa “Gezi isyanı” ve üstüne 17-25 Aralık vakasından sonra bu faraziye şaşırtıcı bir hızla yetersizleşti. Çünkü bu olaylardan sonra her ne kadar AKP iktidarının ideolojik-politik kimliğinin “teknik” tanımı –Sünni Türk muhafazakarlık, milliyetçilik, otoritarizm– apaçık hale gelmiş ise de; bu esasın uygulamaya dökülüşünde kullanılan araç, yöntem ve üslup ile arka plandaki ahlâki tavrın nitelik düzeyi başlı başına bir sorun olarak öne çıktı. Öyle ki; çoğu durumda kullanılan dildeki yalan, iftira ve çarpıtma dozunun aşırılığı, uygulamadaki kural tanımazlık derecesi ve yöntemlerin süfliliği, AKP politikalarının “esas”ına duyulan karşıtlık ve öfkeyi bile ikincilleştiren bir tiksinme ve nefret tepkisini öne çıkardı.

Bu tepkinin biri –AKP liderliğine ve uygulayıcı kadrolarına yönelik– açıkça ifade edilen; diğeri ise bu uygulamaların “alıcısı” konumunda olan AKP seçmenlerine –ki toplumun yarısı demek oluyor– yönelik, açıkça pek ifade edilemeyen veya nasıl ifade edilebileceği konusu belirsiz iki yönü var. Bu ikinci nokta, AKP’nin sadece –Suriye, Kürt sorunu ve AB konusunda olduğu gibi– fiyaskolarla değil, zigzaklarla ve aynı zamanda öngörüsüzlüğünü, yeteneksizliğini ve kuşku uyandırıcı beceriksizlerini örtmek için kullandığı açık yalan ve çarpıtmalarla yüklü şirret tutumuna rağmen seçmen desteğinin azalmaması ile ilgilidir. Bu ise, bu tutumun o kitle tarafından onaylandığı, hatta sahiplenildiği biçiminde yorumlanabilecek bir olgunun varlığına işaret ediyor. AKP’nin sözkonusu tutumunu katmerleyerek sürdürdüğü şu son beş yıl içinde, oy oranı da buna paralel olarak artmış ise ortada birbirini besleyen iki taraflı bir ilişki gerçekliği var demektir. Mevcut Türkiye toplumunun –en az– yarısının böyle bir gerçekliğin oluşumunda “pay sahibi” olmaktan veya onun içinde yaşamaktan pek de şikâyetçi olmadığı anlamına geliyor bu da.

AKP karşıtı cenahta şu sözünü ettiğimiz “gerçeklik” ve onun yorumlanma/anlamlandırma tarzı fazlasıyla yaygın görünüyor. Muhalefet partilerinin her birinin kendi “kimliği” doğrultusunda yapageldiği muhalefetin o gerçekliği değil sarsmaya, yıpratmaya bile yetmediğini defalarca görmenin bezginliği ve öfkesi de eşlik ediyor buna. İçine hapsoldukları kimlik, başka tür ve içerikte bir mücadele perspektifi gösteremediği için; her defasında daha azalmış bir şevkle de olsa aynı muhalefet temalarını aynı mesajlarla iletmekten başka bir şey yapamıyorlar. “Başka bir yol” imkânını çağrıştıran HDP’nin bu potansiyeli malum nedenler ve koşullarla heder edildiğinden beri siyaset ufku daha da çoraklaştı. Ve mevcut muhalefet partileri –CHP ve MHP– ülkede durum kötüleşmenin ötesinde vahamet noktasına sürüklenmekte iken bile; malum muhalefet temalarını daha sert ifadelerle tekrarlamaktan öte bir marifet gösteremiyorlar.

Bu kısırlığın, sözkonusu “düzen partileri”nin sosyo-politik kimlik kalıpları dışında düşünememe gibi “ideolojik” nedeninin yanısıra daha temel ve derin bir nedeni var. “Normal koşullarda” bu daha derindeki nedeni gündeme getirme ihtiyacı duyulmayabilirdi. Ama şimdi hem ülke/bölge gitgide daha vahim bir noktaya sürüklenmekte iken; hem de bu gidişatta birincil derecede rol oynayan iktidardaki parti gerek kadrolarının kalitesi, gerek siyasal hesapları ve gerekse uygulama ahlâk, araç, yöntem ve üslup bakımından ülke tarihinin en düşük düzeyini empoze edebiliyor iken... kökten bir kavrayış ve çözüm ufkundan başka “çare” olamaz. Bu yüzden o “derindeki neden”le başlamak zorundayız.

Dolayısıyla, seçmen çoğunluğunun oyuyla iktidar olmak isteyen “düzen partileri”nin tümü için geçerli olan, söylem ve stratejilerinin temeli olan şu önkabulü bir yana bırakmak gerekiyor. O önkabul en özet biçimde şöyle ifade edilebilir: Toplum çoğunluğunu oluşturan “sıradan insanlar” yüce idealler, yüksek değerler, uzun vadeli çıkarlar, kendilerinden ciddi bir dönüşüm, gelişme veya özveri talep eden amaçlar için –son derece istisnai durum ve dönemler hariç– harekete geçmez, oy vermez. Bir parti bu değer, ideal ve amaçlardan söz eden bir söylem kullanabilir ise de, kitleler, “sıradan insanlar” yığını, bunları kendi küçük çaplı maddi ve manevi çıkar beklenti ve hesapları ile ilişkilendirdiği takdirde ve bu ilişki ölçüsünde etkili olabilir ancak. Bu da sadece ortada daha kolay, daha az risk taşıyan bir alternatif olmadığında mümkündür. Dolayısıyla partiler, sonuç almak istiyorlarsa, söylemlerini süsleyen şatafatlı ideal, hedef ve değer tanımlarını, sıradan insanların küçük çıkar hesaplarıyla, kimliksel önyargı ve “hassasiyetleri” ile, içgüdüsel korku, endişe ve kompleksleri ile doğrudan ilişkilendirilebilecek biçimde yapmalı, bunları hareketlendirebilmelidir.

Bu önkabul çerçevesinde açıkça görülmektedir ki; ülkede çoğunluğu oluşturan Sünni Türk muhafazakâr kitlenin küçük çıkar hesaplarını tatmin etmek, milli ve dini önyargı, korku ve komplekslerini “işlemek” bahsinde on yıl boyunca geniş bir deneyim sahibi olup “ustalaşan” AKP karşısında CHP ve MHP’nin kendilerini “çaresiz” hissetmeleri “doğal”dır. Bu partiler AKP’nin bırakın zorbalık düzeyindeki uygulamalarından hak ve özgürlük kısıtlamalarından geçtik, politik fiyasko ve zigzaklarından, yolsuzluklardan, yalanla örülü propagandasından bile oy kaybetmediğini defalarca gördükten sonra umutlarını “mecburen” AKP’nin bölünmesine veya güçlü bir “dış faktör”ün devreye girmesine bağlamış olarak varlıklarını korumaktan başka bir yol düşünemezler elbette. Siyasetin az önce gayet özetle ifade edilen önkabulden hareketle birbirleriyle yarışan partilerin kulvarlarına hapsedilmesinin ve böylece sürecek rekabetin –artık en azından Türkiye için hızla yaklaşmakta olan– uzun vadede toplumsal ve insani varoluşumuzu kaçınılmaz biçimde erozyona uğratıp sonunda çürümüş bir posaya dönüştüreceğini kavrayamadıkları veya kaale almadıkları gibi.

AKP türü partileri onların “ustalaştıkları” ve haliyle çok daha geniş imkânlarla kullandıkları silahlarla yenmek mümkün olmayabilir. Olsa bile ancak rengi farklı bir AKP haline gelmek olabilir o “zafer”.

O nedenle; AKP türü partilerin uyguladığı ve asli insani özelliklerimizin bastırılmasına, aşındırılmasına; içgüdü, küçük çıkar hesapları, korku ve komplekslerin dehlizlerinde boğulmasına dayalı “siyaset yapma” mecrasının tam karşıtında yepyeni bir mecra açılmalıdır. İnsanın ayırt edici vasıflarını vurgulayan, salt insana özgü yetenek ve değerlerimizi keşfetmeye, gerçekleştirmeye ve geliştirmeye teşvik eden, bu tüm insanlara mevcut potansiyelin üzerine mevcut düzenler tarafından bil hassa örtülmüş perdenin yaşadığımız çağın sunduğu imkân ve ufuklar sayesinde pekâlâ yırtılabileceğini anlatan ve deneyimlemeye çağıran bir yeni siyaset dilini seslendirebilmeliyiz. Gezi İsyanı ve HDP’nin 7 Haziran seçimi kampanya döneminde o çok kısıtlı imkânlara ve tüm engelleme çabalarına, ölümcül tehditlere rağmen estirebildiği umut rüzgârı, bu sesin sebatla ve çok çeşitli kanallardan iletildiği taktirde hiç de karşılıksız kalmayacağının kanıtıdır.