Etik Meselesi
Barış Özkul

Modern zamanlarda etik tartışması Hobbes ile başlamıştır sorularını Katolik teolojisi içinde formülleyen Aquinalı Thomas’ın Summa Contra Gentiles, Summa Theologica gibi metinlerindeki etik tartışması önemli olmakla beraber “modern” değildir. Hobbes, 1588 doğumludur. Prematüre doğmuştur. İspanyol armadasının ilerleyişinden korkan annesi, erken doğum yapmıştır: “Korku ve ben, beraber doğduk, ikiz sayılırız”. Prens Charles’ın (babasının idamından sonra Paris’e kaçan II. Charles) öğretmeni olarak sarayda bulunmuş; Püritan Devrimi sırasında epey korkmuştur. “İnsan doğasına” en uygun siyasal rejimin mutlakiyetçilik olduğu sonucuna varmasında İngiliz İç Savaşı’nda gördüklerinin de payı vardır. 

Evrensel insanlık halinin, son kertede, “herkesin herkesle savaştığı bir durum” olduğu sonucuna varan Hobbes, Leviathan’da bir değer tanımı da yapar:

“İnsanın değeri (value) veya layıkı (worth) başka her şeyden çok, onun fiyatı, ederidir (price). Yani gücü ve melekelerinin belli bir durumdaki kullanışlılığıdır; dolayısıyla mutlak değildir, bir başkasının ihtiyacı ve yargısına bağımlıdır. Yetenekli bir komutan, savaş zamanında veya savaş arefesinde büyük bir değere sahipken barış zamanında hiçbir değeri yoktur. Tahsilli ve dürüst bir yargıç, barış zamanında değerlidir, ama savaş zamanında değildir. Bir şeyin fiyatını, ederini satıcı değil alıcı belirler. Kişi kendine istediği kadar yüksek değer biçsin; gerçek değerini başkaları belirleyecektir (…) İktidarla büyük başarı eşanlamlıdır… iktidarla beraber bilgelik namı ve hatırı sayılır bir servet de gelir; bu da insanları ya iktidardan korkmaya ya da iktidara tâbi olmaya sevk eder.” [1]

İktidar arzusu, Hobbes’ta genel bir insanlık halidir: “Bütün insanlığa şamil, genel bir eğilimden söz ediyorum, ölümle sona eren kesintisiz ve amansız bir iktidar arzusundan…”. [2]

Hobbes’un etik tasavvuru, yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmaz. İktidara ulaşmanın, iktidarda kalmanın pratik ve “kullanışlı” bir yolunu gösterir. Onun yolundan ilerleyen Jeremy Bentham, John Stuart Mill gibi filozofların etik anlayışları da benzer “faydacı” temellere dayanacaktır. Bir farkla: Hobbes’un “militarist” terimleri, Bentham ve Mill’de yerlerini bireysel faydanın maksimizasyonuna bırakacaktır. Bentham’ın fayda tanımına göre:

Faydadan (utility) kastettiğimiz; menfaat (benefit), avantaj, haz, iyilik ve mutluluk üreten (bütün bunlar şu bahsettiğimiz durumda aynı şeye işaret ederler) veya zararı, acıyı, kötülüğü ve mutsuzluğu ortadan kaldıran nesnelerdir… Faydayı sahiplenen bireylerin toplamı, toplumsal mutluluğu üretecektir." [3]

İngiliz felsefesinde “akıl” ilkesi, etiğin alanına ait değildir. Akılla, sözgelimi, “eşitliğin” değeri anlaşılmaz. Esas olan, gözlem ve deney yapan ampirik akıldır; etik ilkelere ulaşmak üzere soyutlama yapan akıl değil Darwin’in veya Herbert Spencer’ın Alman olması herhalde düşünülemezdi.

Hobbes-Bentham-Mill çizgisine yönelik yanıtlar da daha çok felsefe değil teoloji alanından gelmiştir. İlahiyatçılar, etik tartışmasında, güçlü dinî çağrışımları olan “vicdan” lafına sarılmışlardır.

18. yüzyılda Hobbes’un tezlerini çürütmeye çalışan Joseph Butler'ın yaklaşımı bunun tipik örneklerinden biridir. Vaazlar’ında Butler, Hobbes’u insanı egoist bir varlık olarak tahayyül ettiği için eleştirir. Hobbes’un ahlak anlayışının karşısına “vicdan” kavramını çıkartır: 

Tıpkı vahşi yaratıklar gibi insanın da çeşitli içgüdüleri ve eylem ilkeleri vardır; bunlardan bir kısmı doğrudan toplumun iyiliğine bir kısmı ise bireylerin iyiliğine yöneliktir. İnsanın vahşi yaratıklarda olmayan özellikleri de vardır: Vicdan ve düşünme yetisi, kimi ilkelerle eylemleri tasvip ederken kimilerini yermesi gibi. Vicdan ve düşünme yetisi, diğerleriyle kıyaslandığında, insanın doğasına içkin özelliklerdir… [4]

Butler’ın vicdan “ilkesi”nin içeriği oldukça muğlaktır. Tarihsel veya güncel bir durumla sınanmaz. Butler, dinî ve özcü düşünüş tarzlarının ortak özelliği olan evrensel “insan doğası” varsayımına yaslanır. İnsanı diğer yaratıklarla kıyaslarak vicdanın ampirik temellerine ulaştığını zannederken aslında Hıristiyan teolojisinin terimleriyle düşünür. Buradan “sistematik” bir ahlak-etik felsefesi çıkmaz.

Sonuç olarak Britanya’da, 19. yüzyılın ortalarına kadar, bir tarafta, iyi ile kötü, erdem ile ahlaki zaaf arasındaki ayrımın nesnel bir olgu olduğunu ve fayda-menfaat-kazanç gibi nesnel ölçütler temelinde belirlendiğini ileri süren bir pragmatizm; diğer tarafta etik ayrımların nesnel temelleri olmayan öznel tercihlere, dinî buyruklara ve deneyimlere, ya da David Hume gibilerin iddia ettiği üzere hislere/tutkulara dayandığını ileri süren bir yaklaşım egemendi. Aslında bu ikisi, felsefe alanından gündelik hayata geçildiğinde, birbirlerine kolaylıkla tercüme edilebilir nitelikte öğretilerdir Anglikanizm, pragmatizmin dinidir. 

***

Marksizm 19. yüzyılda yeni bir etik tasavvur ortaya koymadan önce etik alanında kaydadeğer bir yaklaşım Kant tarafından ileri sürülmüştü. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde Kant’ın temel sorusu şuydu: “Aklımız bize nasıl davranmamız gerektiğini söyler mi?”. Kant’a göre aklımız bizden rasyonel bir şekilde davranmamızı talep eder. Doğru eylem, rasyonel eylemdir; doğru irade, dürtülerin veya hislerin değil aklın buyruğundaki iradedir. Ancak rasyonel davranmak gerektiğini belirtmek yeterli değildir. Aynı zamanda, rasyonel olan ve olmayan eylemler arasında ayrım yapmak gerekir. Kant bu sorunu “aklın doğası” nosyonuna başvurarak çözer. Aklın “temeli” tutarlılıktır ve tutarlılık testinin evrensel bir geçerliliği vardır. Bir eylemin rasyonel olabilmesi için bütün rasyonel varlıklar açısından geçerli, evrensel bir ilkeye dayanması gerekir.

Kant’ın bu tezleri gene onun öncülük ettiği bütün bir Aydınlanma felsefesinin de temelidir. Kant felsefesinin ayrıntılarına inildiğinde onun rasyonalite/etik tanımının İngiliz ampirizminin deneyime/gözleme dayalı, faydacı etik anlayışından tamamen farklı öncüllere dayandığı görülür. Kant der ki: 

“Kendi içinde bir amaç olarak, bütün insanlık ve rasyonel varlıkların her biri için geçerli olan bu ilke, bireyin eylemlerinde özgür olmasının sınırlarını da belirleyen en yüce koşuldur. Bu ilke, tam da evrensel olduğu için, deneyim yoluyla tevarüs edilmemiştir; deneyim, bu ilkeyi herhangi bir şekilde belirlemez, zira deneyim sözkonusu olduğunda bütün insanlık kendi başına bir amaç olarak (öznel düzlemde) kavranabilir olmaktan çıkar; her birey (nesnel düzlemde) kendi ilkesini belirler (…) Öyleyse bu ilke saf akıldan türetilmelidir” [5]

Dolayısıyla Kant’ın bütün insanlığı kendi başına bir amaç olarak kavramak gibi bir derdi vardır. Rasyonel etik, bireysel deneyimler ışığında değil bireysel seçimleri ve iradeleri küresel değerler skalası üzerinden kuşatan kategoriler temelinde kavranmalıdır.

Kant felsefesi, salt iktidara odaklı siyaset anlayışının zekâyla pragmatizmi eşitleyen “bilgeliği”ni, amaç-araç fetişizmini boşa çıkartan bir etik tutarlılık felsefesidir. Ama Kant, felsefe alanında kalarak felsefe adına konuşmayı yeğlediği için doğrudan doğruya siyasetin meselelerine eğilme gereği duymamıştır (duymak zorunda da değildi). Onun tarif ettiği rasyonel özne, 19. yüzyılda modern toplumun varlık koşulları ve kurumlarını topyekûn dönüştürmeyi hedefleyen bir siyasal ütopyanın taşıyıcılığını üstlendiğinde etik meselesi de yeni bir boyut kazandı.

Bu noktada Marksizm ve etik meselesine geçebiliriz.


[1] Thomas Hobbes, "Of Power, Worth, Dignity, Honour and Worthiness", Leviathan içinde. Çeviriler bana ait.

 

[2] "Of the Difference of Manners", Leviathan içinde. 

[3] Jeremy Bentham, "Of the Principles of Utility", An Introduction to the Principles of Morals and Legislation içinde.

[4] James Butler, Sermons içinde.

[5] Immanuel Kant, "Transition from the Common Rational Knowledge of Morals to the Philosophical", Foundations of the Metaphysics of Morals içinde, çev. Lewis White Beck, Liberal Arts Press, 1959. Kant'ın ahlak felsefesine ilişkin aydınlatıcı bir sunuş için bkz. Oliver A. Johnson, Ethics: Selections from Classical and Contemporary Writers, s. 203-215, Holt, Rinehort and Winston, New York, 1958.