Yüzler
Derviş Aydın Akkoç

“İnsan ancak darmadağın ettiği bir yüzü sevebilir” diyordu Elias Canetti. Sadece sarsıcı değil, “ürpertici” de bir laf bu. Kelimelerin kuytularından yabancı bir ürperti usulca ve helezonlar çizerek yayılıyor etrafa. Bu garip sözün yarattığı ürperti hakkında ne söylenebilir? Ya da söz söylemeli mi? Anlamlarını ışıltılı karanlık çizgilerinde gizleyen bu sözün karşısında upuzun susmalı mı yoksa? Susmak ve hafızanın sarı kirli taraflarına dalıp anıları çağırmak, anıların yarasalar gibi şimdiki zamana üşüşmesine müsaade etmek... Diplerde, unutuşun bulanık sularında kalmış günahlara bakmak yani: Severken işlenmiş zalimlikleri, yerle bir edilmiş kişilikleri, incitilen gururları, yığınla kabahatin karşıdaki kişinin yüzünde yarattığı dalgalanmaları gün ışığına çıkarmak, anımsamak... Nefretin değil, sevginin yüzde açtığı yaralar, zamanla çehreye işlediği kırışıklıklar, bezediği solgunluk ve yorgunluklar ve bu darmadağın edilmiş yüzleri görüp onları daha da sevmeler; sevileni yok etme isteği mi bu, sevgide? 


***

Ama değer mi böyle kendine çizikler atmaya, affediş yoksa sonunda! Canetti’nin yüz, sevgi ve şiddet arasında kurduğu bağlantıya hiç dokunmamalı belki de. Dursun orada. Geçelim! Fakat söz bir kez işitildikten sonra anlamlara-çağrışımlara dokunmamak ne çare, şimdi değilse bile başka bir vakitte gelip yakalayacaktır ne de olsa. Değil mi ki insan tutulur böylesi kasvetli yıkıcı sözlere, durup dururken hatırlar: Zihne ama daha çok da kalbe bıçak darbeleri atarak yol alan yazarların tatlı insafsızlıkları. Sözün balçıktan ağırlığını savuşturmak için kimi yollar bulmalı o halde. “Şaka” yapıyor herhalde diyerek “tesiri” savuşturmak mümkün mü? Adam mizahçı değil ki, hiç şakası yok. Daima görmenin, gözkapakları sökülüp alınmış bir göze dönüşmenin doğal sonucu olarak sarf edilen bu sözde; eğilip “insanın uçurumuna bakma”nın korkulu hazzı seğirmekte. Bulaşıcı bir haz bu, er ya da geç muhatabına, işitene de sirayet eder... Hasılı sevgideki örtük şiddeti mi ifşa etmek istemişti Canetti, bu tekinsiz sözüyle? Elias Canetti biraz gaddar bir yazar. İnsan hususunda herhangi bir “ideale” müracaat etmeme tavrının tezahürü olan bir gaddarlık ama bu. Ürkütücülüğü, yadırgatıcılığı, soğukluğu ve somutluğu da hep bundan.

***

Neyse ki, sevilen kişinin yüzündeki kırışıklıklara bir kuş sürüsü gibi tünemekten bahsediyordu Walter Benjamin de: Kır düşmüş saçlardan, görülür görülmez, ince kısa, varla yok arası çizgilerden yapılmış bir yuva kurmak bu yüze. Kabullenmeli: İnsan bilerek ya da bilmeyerek sevdiğine acı çektirir. Aşağılık bir tarafı olduğu muhakkak bu durumun, ama kahreden bir yanı da var elbet. Zamanı geriye sarmak mümkün değildir, ancak ileriye doğru akması istenebilir, bir kez açılmış ve bir daha kapanmayacak o çizginin-kırışığın hayatın açtığı diğer çizgilerin arasında kaybolması beklenir; zaman akar, ama bu da nafiledir. Uzun aralardan sonraki ilk karşılaşma yeterlidir: insan zamana rağmen kendi açtığı çizgisini ilk bakışta tanır, geriye kesik kesik akan bir sızı kalır... Ve bir şey daima ihmal edilir: kişi aynada kendi darmadağın edilmiş yüzüne bakmayı unutur, ne tuhaf...

***

Sevgi ve yüz arasındaki tahripkâr gerilimin Dostoyevski de farkında; bahis konusu gerilimin çözümüne yönelik hükmü de, hep olduğu üzere sınıraşımı yapan cinsten: “İnsan sevdiklerine yüzünü göstermemeli.” Neticede yüzdür bu, hiçbir şeyle değilse bile, bakışlarla lime lime edilebilir. Yüzdeki tenhalar ruhtaki tenhalara giden istasyonlardır ve insan bir istasyondan diğerine soluksuzca yol almak ister, çoğun alır da, ama genellikle dönüş yolunu unutur, yollarında kaybolduğu yüzü darmadağın etme arzusu da muhtemelen bu fasılda beliriyor olmalı. Ne gerek var oysa, yüzü göstermemeli. Hayal meyal “uzaklar” işte bu işe yarar. Tozlu güneşli öğle vakitlerinde ya da kısa kollu Mayıs akşamları serinliğinde “mesafelerin” ağırlığı duyurur kendisini duyurmasına ama, olsun. İyidir. Yakınlığın yalanındansa uzaklığın müphemliği evladır...