Brexit’ten Sonra İngiltere
Barış Özkul

Britanya’nın AB’den ayrılma kararı almasının iktisadi ve toplumsal sonuçları önümüzdeki iki yılda AB ile Londra arasında müzakere edilecek. Müzakereler, muhtemelen Birleşik Krallık’ın kendi bileşenleriyle ilişkilerini de yeniden düzenlediği bir dönüm noktası olacak. Referandumun hemen ardından Slovakya devlet başkanı Robert Fico, İskoçya AB’de kalmak istediği takdirde Birleşik Krallık’tan ayrılma sürecine nezaret edebileceklerini belirtti. Çek-Slovak ayrılığını İskoçya’ya model olarak önermeye hazırlanan Slovakya, önümüzdeki dönemde AB’nin dönem başkanlığını yapacak.

Britanya’daki süreci yakından takip eden ülkelerden biri de Fransa’ydı. François Hollande, Brexit’i neredeyse kendi şahsi meselesi gibi takip etti. İngiltere’de “ayrılık” kampanyasının başını çeken Muhafazakârları, Boris Johnson’ı, Michael Gove’u İngiliz halkına yalan söylemekle suçladı  haksız da sayılmazdı. Ancak Hollande’ın Brexit’e ilişkin hassasiyeti esasen Fransa’daki gidişatla ilgili.  Hem Marine Le Pen hem de Sarkozy, Brexit’ten ilhamla Fransa’nın da plebisite gitmesini talep ettiler. Le Pen’in AB karşıtı Nasyonal Cephe’si UKİP’le kıyas kabul etmeyecek kadar köklü bir çizgiyi temsil ettiğinden, olası bir Frexit AB açısından sarsıcı sonuçlar doğurabilir.

Obama da, referandumun ardından, küresel büyüme hedefleri ve piyasalarla ilgili endişelerini dile getirdi. 

Bunlar meselenin “habercilik” kısmı; Türkiye’nin kendi “özgül” gündemi yüzünden buralarda pek yankı uyandırmadı.

İngiltere’deki duruma gelelim: Brexit kararının çıkmasında UKİP ve Nigel Farage’dan ziyade Muhafazakârlar’ın, özellikle Londra eski belediye başkanı Boris Johnson’un yürüttüğü göçmen karşıtı kampanya etkili oldu. Boris Johnson, Şubat ayına kadar Brexit konusuyla ilgilenmezken o tarihten itibaren kampanyada başı çeken kişi oldu Cameron’ın uyarılarına kulak asmadan, bildiğini okudu.

Johnson, karşısında bulunan kitlenin ihtiyaçlarına göre konuşan, yalancı-popülist politikacı portresinin kusursuz örneklerinden biri. İlke ve değerlere değil içgüdülere, korkulara ve endişelere hitap etmekte ustalaşmış bir tarafı var. Gerçek bir sorumluluk alamayacak kadar başına buyruk, sıkıştığında yalan söyleyip saldırıya geçecek kadar “şahsiyetli”. Trump, Berlusconi, Wilders ve nihayet Johnson. Şarlatan politikacı tipinin parlamasında iletişim teknolojilerindeki değişimin, yeni “gerçeklik” algısının payı yok mu? Gayri-ciddiliğin kıymete bindiği bir yeni dönem... 

***

Johnson ve Muhafazakâr Parti, Londra gibi yabancı nüfusun yoğunlukta olduğu veya İskoçya gibi uluslararası finansın hâlâ güçlü olduğu yerlerde yenilgiye uğrarken Galler ve Midlands gibi Britanya’nın içe kapalı, “provincial” bölgelerinde istediklerini elde ettiler. İngiltere sağı, bir anlamda, başka milletlerle fiziksel ve zihinsel planda temassızlığın yarattığı kaygıları seferber etti. Muhafazakârların elini güçlendiren bir başka etken de İngiliz işçi sınıfının lumpen kesimlerinin Macaristan, Romanya, Bulgaristan gibi AB’nin çeper ülkelerinden gelen işçilere yönelik kin ve haset duygularının “kemer sıkma politikalarıyla” beraber katmerlenmiş olmasıydı. Boris Johnson, Perşembe günü yaptığı veda konuşmasında sesi duyulmayanların sesi olmaktan asla vazgeçmeyeceğini söylerken bu kesimlerin sözcülüğünü yapıyordu. 

İngiliz basınında günaşırı işlenen “İslâmî terör” korkusu da Muhafazakârlar’ın işini kolaylaştırdı. 2012’de Britanyalı Müslümanlar’ın ağır cezalık olmayan adli hususlarda serbest bırakılmasını tartışan İngilizler, sonraki yıllarda (2014-2016 arasında) İslâm’a ilişkin giderek olumsuz bir tavır takındılar Müslümanların yadsınamaz katkılarıyla. Gene de İngiltere’den yaygın bir ırkçılık veya İslamofobi çıkacağını sanmam. İngiliz muhafazakârlığı bu tür durumlarda ırkçı olmaktan ziyade pragmatik, içe kapanmacı tepkiler verir: "Bize dokunmasınlar, ne halleri varsa görsünler”. Referandum sonucu biraz da bunun ifadesi olarak okunmalı.

***

Referandumun ardından Muhafazakâr Parti’de dün itibariyle yeni bir dönem başladı. Ama buna gelmeden, Brexit sürecinde Labour’ın ve Jeremy Corbyn’in izlediği silik politikaya değinmek gerekir. 1970’lerde İngilizler’in AB’ye üyelik sürecinde en sert muhalefet Labour’dan gelmişti; çıkış sürecinde bu kez en cılız muhalefet “yeni” Labour ve lideri Corbyn’den geldi. Corbyn, AB’den ayrılmaya karşı olduğunu yalnızca yarım ağızla söyledi; kampanya sırasında geri planda kaldı. O kadar ki Muhafazakâr Parti’nin sabık lideri David Cameron bile partisinin eğilimi ayrılık yönünde olduğu halde Britanya’nın Birlik’te kalması için Corbyn’den daha etkili bir siyaset yürüttü. 

SWP gibi arkaik-ortodoks sol gruplar referandum sürecinde Nigel Farage-UKİP ve muhafazakârlarla aynı safta bulunmaktan rahatsızlık duymadan AB’den çıkılmasını savunurken Corbyn’in bu sağ politikaları teşhir etmeye yönelik herhangi bir çabası olmadı. Labour’ın içinde “ayrılık” oyu verenleri caydırmak üzere adım da atmadı.

Referandumun ardından YouGov’un yaptığı ankete göre Labour tabanının Corbyn karşısında Tom Watson ve Angela Eagle’a verdiği destek giderek artıyor. Geçtiğimiz hafta Corybn (“Cor you bin” “Corbyn çöpe”) yakıştırması icat edildi; partide yapılan güven oylamasında milletvekillerinin sadece dörtte birinin hâlâ Corbyn’i desteklediği ortaya çıktı. Öte yandan Corbyn’in, Momentum gibi kendine bağlı parti örgütleri aracılığıyla Labour’a sürekli yeni üye kaydettiğini de hatırlatayım. 

***

Brexit sonrasında İngiliz kamuoyunu en çok şaşırtan gelişme Boris Johnson’un Perşembe günü liderlik yarışından çekilmesi oldu. Şaşırtıcı ama Johnson’un yalan dolanla, ucuz komedyenliklerle liderlik yarışını kazanması mümkün değildi. İngiliz muhafazakârlığının, Tory Partisi’nin liderlik yarışlarında kırk yıldır tekrarlayan bir örüntü vardır: Seçim kampanyalarında en çok “gürültü çıkartan”, dikkat çeken aday değil en silik ve dolayısıyla “makul” görünen aday kazanır. Bu, 1965’ten beri böyledir. Edward Heath değil Reginald Maulding, William Whitelaw değil Margaret Thatcher, Michael Heseltine değil John Major, Liam Fox değil David Cameron kazanmıştır. [1]

Johnson, liderlik/başbakanlık yarışında adaylığını koymaya hazırlanırken Brexit kampanyasını beraber yürüttüğü Michael Gove’un desteğini çekmesiyle “ortada kaldı” ve yarıştan çekildi. İngiliz tabloid basını, Gove’un ihanetini manşete taşırken Muhafazakâr Parti’nin beş lider adayı belli olmuştu: İçişleri Bakanı Theresa May, Adalet Bakanı Michael Gove, Çalışma ve Sosyal Yardım Bakanı Stephen Crabb, Enerji Bakanı Andrea Leadsom, eski Savunma Bakanı Liam Fox.

Süreç bundan sonra şöyle işleyecek: Salı ve Perşembe günleri gizli oyla yapılacak iki seçimin ardından aday sayısı ikiye inecek; sonrasında Muhafazakâr Parti’nin 150 bin üyesinden posta kanalıyla ellerine geçecek seçim pusulasındaki iki adaydan birini en geç 9 Eylül’e kadar seçmeleri istenecek ve Muhafazakâr Parti’nin yeni lideri, İngiltere’nin yeni başbakanı Eylül ayı içinde belirlenecek. Sona kalacak iki adayın Michael Gove ve Theresa May olması yüksek ihtimal. İngiltere’nin yeni başbakanı büyük ihtimalle Theresa May olacak.  

Theresa May, referandumda AB’de kalma yönünde oy kullanmıştı; ama adaylığını açıkladıktan hemen sonra ayrılık kararının geri döndürülemez olduğunu, AB’den çıkış müzakerelerinin 2 yıl içinde sonlandırılacağını ve 2020’ye kadar seçim yapılmayacağını belirterek partinin omurgasını oluşturan sağ kanada güven aşıladı. May, Brexit kampanyası sırasında İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanan yükümlülüklerinin askıya alınmasını, göçmen akınının frenlenmesini ve AB vatandaşları için açık kapı uygulamasına son verilmesini savunmuştu. Margaret Thatcher’a hayranlığıyla bilinen Theresa May, İngiliz basınında yeni bir Angela Merkel olarak sunuluyor Merkel gibi o da bir din adamının kızı olarak büyümüş ve saplantılı detaycılığıyla tanınıyor.

Sonuç ne olursa olsun, görünen o ki İngiltere önümüzdeki dönemde AB’den çıkış kararından dönmeyecek ta ki beklenmedik bir erken seçim olsun. Britanya’daki göçmen toplulukların Avustralya’dakine benzer bir puanlama sistemine tâbi tutulması; kalacak ve gideceklerin notla belirlenmesi hâlihazırda “ciddi” bir gündem maddesi. Ama meselenin çözümü bu kadar basit değil. Parlamento siyasetinin gündemiyle toplumsal hayatın dinamikleri arasındaki örtüşmezlik yakında su yüzüne çıktığında daha ciddi sorunlar sözkonusu olacaktır. Örneğin Londra’da Polonyalıların yoğun olarak bulunduğu Finsbury semtini veya Bulgar-Romen göçmenlerin yerleşik olduğu Turnpike Lane semtini düşünelim. Muhafazakâr Parti, nüfusu binleri bulan, çarşısıyla pazarıyla yerleşik bir hayat süren bu insanları kulaklarından tutup Ada’dan atacak mı? Şayet başka türlü bir toplumsal intibak düşünülüyorsa, bu bir dayatmayla mı hayata geçirilecek? Brexit'in sosyal ve iktisadi sonuçlarının ne olacağı şimdilik tam bir muamma.


[1] The Times'ın 1 Temmuz 2016 tarihli nüshasında konuyla ilgili kısa ama önemli bir imzasız analiz yayımlandı, bkz. “History shows frontrunner never takes the Tory prize”, s. 6.