İslâmî Hegemonyanın Geleceği
Cuma Çiçek

Türkiye’de mevcut durumda üç ana hegemonik bloğun olduğu söylenebilir. AK Partinin temsil ettiği en güçlü blok İslamcı, milliyetçi, muhafazakar sağ blok. Özgünlüğü olmakla birlikte, kurumsal mirası ve söylemi itibariyle bu bloğun zaten bir parçası olan MHP son bir yıl içinde büyük oranda bu hegemonik gücün organik bir bileşeni haline geldi. Evrensel anlamda sosyal demokrat olarak değerlendirilebilecek küçük bir grup dışarıda bırakılırsa, CHP’nin temsil ettiği laik, milliyetçi, muhafazakar sağ gruplar ikinci hegemonik bloğu oluşturuyor. Son olarak, bu iki hegemonik bloğa bir alternatif olarak HDP’nin temsil ettiği sol popülist Kürt bloğundan bahsedilebilir. 

50 Yıllık Birikimin Sonu

15 Temmuz kanlı darbe girişimi sonrasında İslamcı, milliyetçi, muhafazakar sağ bloğun en az üç nedenden ötürü dikkate değer oranda zayıfladığını ileri sürebiliriz. İlk olarak, İslamcı bloğun inşası AK Partiden öteye en az Menderes dönemine kadar götürülebilecek uzun yıllara dayanıyor. Özellikle 1970 sonrası siyasal alanda Milli Görüş Hareketi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanda (ve darbe girişiminin gösterdiği üzere sivil ve askeri bürokratik alanda) ise Gülen Hareketinin öncülük ettiği bir hegemonik inşa süreci söz konusu. Erbakan döneminde yıldızları barışmayan bu iki İslami ekol AK Parti ile birlikte bir araya geldi ve 2002 yılından bu yana süregelen iktidarı mümkün kıldı. Bu anlamda bu gün AK Partinin öncülük ettiği bir tasfiye süreciyle Gülen hareketinin sosyo-politik alanda, bürokraside marjinalize edilmesi geniş bir zaman dilimi içerisinden bakıldığında İslamcı sağ hegemonyanın zayıflaması anlamına geliyor. Neredeyse 50 yıllık bir insani, kurumsal birikim çok hızlı ve sert bir biçimde tasfiye ediliyor. Bu durum bugün AK Parti’nin siyaset alanını yeniden kurarak güçlenmesi olarak görünse de, bu 50 yıllık birikimin yerini doldurmak İslamcı hegemonya için öyle kolay olmayacaktır.

İslâmcı Darbecilik

İkinci olarak, kanlı darbe girişimi bugüne kadar sürekli ve yaygın olarak Kemalistlerle anılan darbecilik geleneğinin İslâmcı siyasete de sirayet ettiğini gösterdi. Bu anlamda kanlı darbe girişiminin Türkiye’deki İslâmcı hegemonyanın darbe karşıtı söylemini önemli bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bıraktığı iddia edilebilir. Zira, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’de geçmişi 1970’lere uzanan İslâmcı darbeci bir kurumsal yapılanmayla karşı karşıyayız. Bugün her ne kadar hükümet öncülüğünde çoğu İslâmcı gruplar tarafından “din dışı”, “İslâm düşmanı” olarak lanse edilse de Gülen hareketi İslâmcı bir hareket.

Tabii burada bir parantez açıp, İslâm’ın zaman, mekan ve aktörler ile birlikte okunması gerektiğini ve aslında tek bir İslam’ın olmadığını, zamana, mekana ve aktörlere göre farklılaşan İslâmların olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu anlamda “gerçek İslam” tartışmalarının reel-politik bir anlamı olsa da sosyo-politik bir anlamı yok. İslâm dediğimizde tekil değil çoğul bir dünyadan bahsediyoruz. Gülen hareketinden Müslüman Kardeşlere, İŞİD’ten Talibana, El Kaideye, Hizbullah’tan Milli Görüş Hareketine kadar farklılaşan hatta çatışan İslami bilgilerin, tecrübelerin ve yorumlamaların motive ettiği çoğul bir dünyayla karşı karşıyayız. Bu anlamda mesele bu İslamları ortaya çıkaran zamansal, mekânsal ve aktör-eksenli dinamikleri okumak, bağlamı kavramak. İslam’ı zamansallaştırmak, mekasanlaştırmak ve aktör-eksenli kavramak Türkiye’de siyaset erbabı kadar akademik, entelektüel camianın da bugüne kadar yeterince yapamadığı bir iş ne yazık ki.

İslâmî Demokrasinin Sınırları

Üçüncü olarak, sınır-ötesi bağlamda Türk İslâmcı hegemonyanın imajının aldığı büyük darbeden bahsetmek gerekiyor. Bir zamanlar politik olmayan kültürel İslam, parlamenter demokrasi ve liberal ekonominin sentezi olarak ılımlı İslâm’ın temsilcisi ve taşıyıcısı Türk İslâmcılığı imajı kanlı darbe girişimiyle birlikte tamamen dağıldı. Bu imaj 2010 sonrası Arap dünyasında meydana gelen alt-üst oluşlar sonrası AK Parti'nin aldığı pozisyondan dolayı zaten büyük oranda dağılmıştı. AK Parti şahsında “muhafazakar demokrasi”nin, daha doğru bir adlandırmayla “İslâmî demokrasi”nin sınırları fark edilmişti. Kanlı darbe girişimiyle birlikte Türk İslâmcı hegemonyanın “sivil/sosyal” kolu olarak görülen Gülen hareketinin “darbeci” karakteri de ortaya çıktı. Hem ulusal hem de uluslararası alanda büyük etkiler ve beklentiler yaratan Türk İslamcı hegemonya 14 yıllık iktidar döneminden sonra ülkeyi darbe kıyısına getirdi. Neyse ki kanlı darbe girişimi engellendi ve başarısız oldu. Bununla beraber Türkiye’nin darbe buzdağını sıyırarak gemiyi kurtardığını belirtmek gerekiyor. 2002-2003 döneminin kapsayıcı, değişimci, reformcu ve işbirliğine açık AK Partisini hatırlamak, bugün geldiğimiz noktayı kavramamızı ve siyasi iktidarın bundaki rolünü görmemizi kolaylaştırabilir.

Bir Dönüm Noktası?

15 Temmuz bir öğrenme süreci işlevi görerek Türkiye’deki İslâmcı hegemonya için bir dönüm noktası olabilir mi? Kuşkusuz bunun için darbeci kurumsal yapı kadar darbeyi üreten ve süreklileştiren ideolojik ve politik eğilimlerle yüzleşmek gerekiyor. Cumhurbaşkanı’nın Din Şurasında Gülen cemaatine bugüne kadar sunduğu destekten dolayı sarf ettiği “hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” sözleri bir yüzleşme başlangıcı olabilir mi? Aslında darbe sonrası Başbakan’ın yaptığı şu açıklama bu konuda önemli bir umut yaratmıştı: “Türkiye’nin geleceğinde, herkes söz sahibidir. AK Parti, CHP, MHP, HDP ve bütün toplumun paydaşları, bütün vatandaşlarımız söz sahibidir. Onun için bu bizim ortak kaderimizdir, ortak kaderimize sahip çıkmada asla ve asla zaafiyet göstermemeliyiz.” Bununla beraber aksi yönde çok fazla veri var. En belirgin olanı hiç kuşkusuz HDP’ye dönük dışlayıcı tutum.

Türkiye’deki İslâmcı hegemonyanın demokratik bir geleceğe yönelmesi laik, milliyetçi, muhafazakar sağ hegemonya ile sol popülist Kürt hegemonyasıyla kuracağı ilişkilere bağlı. Bununla beraber, en az bunun kadar önemli başka bir faktör var: İslâmcı hegemonik gücün kendi geçmişiyle, kurumsal geleneğiyle, söylemiyle yüzleşme kapasitesi. Bu yüzleşmenin demokratik bir çehre alıp almayacağını izleyebileceğimiz en az iki gösterge var. Birincisi, iktidar gücünün demokratik bir denge ve denetleme sistemi içinde çoklu aktörler ve çoklu düzeyler arasında paylaşılması. İkincisi ise Kürt meselesinin silahlardan arındırılarak demokratik siyasi çözüme dönük mesafe alınması. Kürt meselesinin çözümü bir yandan demokratik bir denge ve denetleme sistemine dayalı bir kurumsal dönüşümünü kolaylaştıracaktır. Öte yandan böylesi bir süreç darbe üreten ve süreklileştiren ideolojik ve politik eğilimleri de zayıflatacaktır. Her iki gösterge de daha pozitife dönebilmiş değil.