Akrabanın Akrabaya Ettiği
Ömer Laçiner

                                              “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini”

                                                                                                     Türk atasözü

15 Temmuz askeri darbe girişiminin bastırılmasından sonra yapılan tutuklamaların, açığa alma ve işten çıkarılmaların “çap”ı, olağan bir başarısız darbe girişiminden sonra yapılan benzer uygulamalardan katbekat fazla ve kapsamlı oldu. Üstelik hâlâ da sürmekte ve bu dalga yakında durulacak gibi de gözükmemektedir. Bunu 15 Temmuz’un tarihimizdeki diğer “başarısız” –22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 gibi– darbe girişimleri ile asla kıyaslanamayacak şiddet ve katliam bilançosu ile açıklayamayız. 

Çünkü bu şiddet ve katliamın uygulayıcısı olanlara, aktif veya pasif destek veren askeri personeli, darbe girişiminin bastırılmasında üzerlerine düşen görevi yapmadığı iddia edilenleri de eklesek; bunların toplamı, darbe ile ilişkilendirilerek tutuklanan, ihraç edilen, açığa alınan neredeyse yüz bini aşkın insanın üçte biri bile değil. Büyük çoğunluk, darbe girişimi ile ilgisiz olsalar dahi, asli fail konumuna oturtulan “Cemaat”e mensup olduğu bilinenler ile onlarla ilişkilerini yakın zamana kadar sürdürdüğü iddia veya ihbar edilen kişiler.

Ülke tarihinin bu en kapsamlı “kök kazıma” operasyonunun gerekçesi/kıstası bu olunca, herkesten fazla AKP’nin omurgasını oluşturan Sünni-muhafazakâr orta üst sınıfın tepesinde bir Demokles kılıcı sallanıyor demektir. Öyle ya; AKP-“Cemaat” ittifakının su sızdırmaz gibi göründüğü ilk on yıl boyunca ve özellikle de Cemaat’in önplanda olduğu Balyoz-Ergenekon soruşturmaları döneminde kudret, prestij ve popülaritesi zirvede iken, ona yaranmak, “himmet”e nail olmak için çabalamamış kaç kişi vardır ki? Gerçi Cemaat’e “ne istediler de vermedik” demiş olan Bay Erdoğan şimdi bu ağır “günah”ı için Allah bizi affetsin demekte; ama bu affın sadece kendisine ve en yakın çevresine şamil olduğunu, olması gerektiğini de tutumuyla belirtiyor. Bu “FETÖ”cü ithamıyla birilerinin tepesine indirilen, indirilecek kılıç benim elimde demek oluyor. O nedenle de şu anda AKP parti ve hükümet aygıtının en üst kademesindekiler ve Sünni-muhafazakâr üst-orta sınıfın en itibarlı kesimleri de dahil herkes; yani Erdoğan’ın kendi “millet”inin “kan, sinir sistemi ve omurgası” tedirgin bir bekleyiş içindedir. Çünkü “millet” içinde keskin bir hesaplaşma sözkonusudur ve kılıcın kime, nereden saplanacağı belli değildir.

FETÖ’cülerin “kökünü kazıma” operasyonunun üst düzey karar ve uygulama mercilerine yapılan ihbarların, yakayı sıyırmak için “itirafçılığa” soyunanların verdiği “kripto FETÖ’cü” listelerinin hayli kabarık olduğu anlaşılıyor. Böylesi zamanlarda kişisel husumetlerin, küçük çıkar hesaplarının mutlaka devreye girdiği de düşünülürse; metropollerden Anadolu taşrasına kadar yapılan bu “kök kazıma” operasyonunun ülke çapında nasıl bir travmatik atmosfer yarattığı kolayca tahmin edilebilir.

Kaldı ki bu “kök kazıma” operasyonu her ne kadar “can”a kasteden bir tarzda yürütülmüyor ise de özellikle hedef aldıklarının malına, mülküne ve servetine kastetmeyi mutlaka ihmal etmeyerek onları ekonomik –ve sosyal– olarak “öldürmek” amacına yöneliktir. Bu, bilhassa dikkati çeken boyutuyla, sürdürülmekte olan operasyon, bize ister istemez yakın tarihimizdeki benzer operasyonları hatırlatıyor.

“Kökünü kazımak” istediklerinin son kuruşuna kadar malına, servetine el koymak, “müsadere etmek”, kadim ve “klasik” bir Osmanlı “kurumu” ve geleneğidir. Tüm toplumu, özellikle de “rical-i devlet”i kapsayabilen bu geleneği işletmek –emrindeki şeyhülislamın fetvasını alan– padişahın keyfine tâbi idi.

Tanzimat Fermanı ile bu gelenek kâğıt üzerinde sona erdirilmişti. Ama “ezeli”liği ile övünülen devlet geleneğimizin köklerinden kaynaklanan bu tür gelenekler ve kurumlar, biçim değiştirerek işlevlerini yine de sürdürürler. Nitekim II. Meşrutiyet’in Ermeni Soykırımı’na eşlik olarak çıkardığı “Emval-i Metruke” kanunları, Cumhuriyet devletinin 1940’lı yıllarda yürürlüğe koyduğu ünlü “Varlık Vergisi”, sözkonusu müsadere geleneğinin ne denli sürekli olduğunun kanıtlarıdır. Doğrudan mala ve servete el koymamakla birlikte dolaylı olarak aynı sonucu veren 1930’lardaki “Trakya’yı Yahudilerden arındırma” operasyonunu, DP’nin 1955’te tertiplediği 6-7 Eylül olaylarını, 1960’ların başında Kıbrıs olayları bahanesiyle İstanbul’da iş ve oturma iznine sahip on binlerce Yunan vatandaşının mülklerini bırakarak kovulmalarını da hatırlayalım bu arada.

Görülmektedir ki kâğıt üzerinde sona erdirilmesinden itibaren sözkonusu “ezeli” müsadere geleneğimiz ülke gayrimüslimlerine yönelik olarak geçerliliğini sürdüregelmiştir. Bu uygulamada siyasal gerekçeler kadar, ülke Sünni Müslüman çoğunluğunun adapte olmak zorunluluğunu ister istemez kabullendikleri kapitalizm için mutlak ihtiyaçları olan “sermaye”yi gayrimüslimlerin elinden zorla almak gibi “pratik” bir ekonomik gerekçe de sözkonusu idi. Bu gerekçeye dayanarak yapılan, yukarda değindiğimiz uygulamalar bu yöntemin bir “alışkanlık” haline geldiğini de gösteriyor.

“FETÖ’nün kökünü kazıma” operasyonunun hiçbir sağlam hukukî gerekçeye dayanmayan, sadece gayet muğlak ve keyfîliğe açık bir yasa marifetiyle suçlanan, hedef alınan binlerce kişinin malına, mülküne, birçok büyük şirketin sermayesine el koymalarla yürütülüyor olması ve böylece çok büyük denilebilecek bir servet ve sermayenin bir kesimden diğerine “aktarılma” yolunun açılması, sadece bu alışkanlığın tekrarı anlamına mı geliyor? Yoksa bu “alışkanlığın” bir karaktere dönüştüğünü, “yeniden” bir karakter haline geldiğini mi gösteriyor?

İkinci ihtimal daha güçlü görünüyor kanımca. Ortada mal, mülk ve sermayesine el konacak gayrimüslim, “yabancı” kalmayınca; ezeli el koyma geleneği, anlaşılan şimdi artık “millet” içinden bir kesimi “yabancılaştırma” suretiyle sürdürülecek. Kendilerini “yeni Osmanlılar” diye tanımlamaktan pek hoşlananların “geleneğimiz”den hareketle yürürlüğe koydukları “sermaye birikimi” modeli bu olmalı.

İyi de bu kendi içini kemirmeye matuf çark nereye kadar işleyebilir? Vaktiyle zalimliği ile nam salmış hükümdara “böyle devam edebilirsin ama korkarım yakında zulmedecek ahali kalmayacak” diyen hiciv ustasını hatırlatmanın tam yeri de burası.