Hakikati Aramak İnsanın Kaderidir
Erdoğan Özmen

Gidecek hiç yerimiz kalmadığında dünya üstünde –öyle zamanlar vardır çünkü–; duracak, yerleşecek, soluklanacak, iyi hissedecek hiçbir yer, yine de bir hikâye kalır geride, daima. Sığındığımız, içinde kendimizi var ettiğimiz hikâyeler… Çünkü başlangıçta, insan egosu tutkulu bir biçimde kendi meşakkatli inşasına, kendi uygun içeriklerini edinmeye yönelen boş bir çerçeve, bir tür yatkınlıktır. Bedenin yüzeyi olan ego, dış dünyadan, Ötekiden, Ötekinin konuşmasından gelen içerikler ve birbirini izleyen kurucu özdeşimler vasıtasıyla ete kemiğe bürünür. İyi hikâyeler karşısında bu denli ‘dayanıksız’ olmamızın, inanmak, yoldan çıkmak, yola düşmek için daima iyi bir hikâye arayışımızın gerisinde de aynı şey vardır: İnsanın gerçekliği daima bir anlatının/hikâyenin silinmez mührüyle dağlanmış haldedir çünkü. Her biri kendi biricik hikâyesiyle hakkedilmiş varlıktır insan. 

İçimizde her daim aynı hikâyenin güçlü fısıltılarını duyarak yerleşiriz dünyaya. ‘Benzersiz’ kimliğimiz/özdeşliğimiz, bir hikâye –ve ideal- olarak önümüze konan şeye benzemeye çalışarak tedricen kurulur. Sözden mahrum kalmak demek ki, kimliğine, yerine yurduna kavuşamamakla, ikametsiz kalmakla bir ve aynı şeydir. Özgünlüğümüzün/biricikliğimizin temelinde, sayısız ötekinin bize sunduğu farklı kimlikler (sözler/hikâyeler) arasında yaptığımız ‘mecburi seçimler’ vardır. Ötekiden, ve onun kelimelerinden kaynaklanmak anlamında daima yabancılaşmış bir kimliktir bizimkisi. İnsan varlığının en nihayetinde bir hikâye olması, (Ötekiden gelen) bir hikâyenin gerçekliği içinde var ve yaşıyor olmamız nedeniyledir ki; ait oldukları başka bağlamları ihmal ederek o meşhur Lacanyen/muammalı ifadeleri de buraya iliştirebiliriz demek ki: “Bilinçdışı Ötekinin söylemidir” ya da “Arzu Ötekinin arzusudur”…  

Gerçek olan her şeyin, virtüel gerçeğin daima ve zorunlu olarak kendi yerinde olduğu ve o düzeyde herhangi bir eksiklik ve fazlalıktan söz edilemeyeceğini dikkate alarak başka türlü de söyleyebiliriz demek ki: İnsanın gerçeğinin tam ortasında açılmış ve içine büyülü seslerin/kelimelerin yerleştiği bir devasa oyuk vardır. Sert bir kayayı hiç durmadan yontmak gibidir insan olmak, bu yüzden. Dile çarpa çarpa, dille eksile eksile kendinden bir eser yaratmak gibi.. Haddimi aşmayı göze alarak söylersem eğer; esastan diyalektik bir süreçtir bu. 

Demek, en hakikisinden ikinci bir deridir hikâye insana. Sarıp sarmalayan, koruyan, esirgeyen kelimeler, sıcacık yatağı onların… Ev orasıdır artık. Öylesine ki, bazen kendi orijinal hikâyesini inkara, ondan kaçmaya, orada çizilmiş kader karşısındaki acziyeti aşmaya yönelik onca çabayla yazmak istediğimiz bambaşka hikâyelerin sonunda tekrar en başa dönmek vardır artık. Küçük Oidipus’un hazin hikâyesi de bunu, temel işaretler ve referanslar aynıysa eğer uzun ve yorucu yolculukların basbayağı beyhude olacağını anlatmaz mı?

Aile için de aynısı geçerlidir. Her ailenin kuşaktan kuşağa aktarılan; kayıplarla, travmalarla, zaferlerle, kaçırılmış fırsatlarla, şanssızlıklarla, gizemli karşılaşmalarla, talihin cilveleriyle, keskin dönüşlerle, özel adlarla ilerleyen ve genişleyen olağanüstü bir hikâyesi vardır. Aileye mevcut biçimini ve istikametini sağlayan ya da - öyle de söylenebilir pekala- o biçim ve konumu da kendi bünyesine dahil ederek onlarla zenginleşen bir hikâye. Sır yüklüdürler bir de, sırlardan oyukları vardır. Saklanan, üzerinde konuşulmayan, uzun ve dalgın suskunluklarla geçiştirilen ama yine de herkesin bildiği sırlardır bunlar: Bilinçdışı oradadır ve daima güçlü bir bilinçdışı iletişim vardır çünkü. Edebiyatın çoktandır nasıl zarifçe ve usulcacık bildiği bir şeydir bu; “Kızın araba sürüşü öylesine yumuşaktı ki, adeta sır gibiydi” (Murakami). 

***
Hayatlarımızın bir canlılığı, tadı ve neşesi varsa eğer, bir tutarlılığı ve bütünlüğü… Parçalanıp toza ve küle dönüşmüyorsa birden, bu, sahip oldukları anlamlar sayesinde değil midir? Anlamdan yoksun bir hayat, kuru ve çorak, nasıl bir külfettir insana. İçi boşalmış bir hayatın talimine mecbur kalmak nasıl bir zulüm… Asıl mesele ama, o anlamların oluşumunun ve ete kemiğe bürünmesinin zeminini verili gerçeklikte aramanın boşunalığıdır. Bu demektir ki herhangi bir söylemde karar kılma ve diğerlerini hesaptan düşmenin ve bunu tam bir kesinlikle yapmanın hiçbir dışsal ölçütü yoktur. Kendi özgül insan kimliğimizi kuran hikâyelerin/sözün hakikatine ilişkin örneğin, kesin ve daireyi kapatan bir yargıda bulunmanın imkansızlığından söz açmaktır bu. Gerçeklik deneyimimizi ve algılamalarımızı belirleyen ve yerli yerine oturtan, demek, bize bir hayat bahşeden, içine battığımız (ve içinde silinip görünmez olduğumuz) anlam çerçevelerinin karşısına hangi nihai kanıtları yerleştirebiliriz ki? 

Hakikatse söz konusu olan, bütün bilmelerin ve bilmemelerin ötesine yerleşmişizdir çoktan. Soluk bir iz, silik bir hatıra, ılık bir esintidir sürükleyen bizi. Bir uçurumun, yarığın, açıklığın bizi çağıran uzak ve ama yine de tanıdık yankısına cevap olmaya çalışırız. Yola düşmeden edemeyiz artık. Mümkün bütün sonuçları, bütün varış noktalarını önemsiz kılan yeni bir var olma biçimidir bu. Mevcut sefil gerçekliğimizden, şimdiki dünyadan, onun pratiklerinden, geleneklerinden, kültürlerinden, dinlerinden kopma iradesinin vücut bulmasıdır.

Gelip oraya, hakikatle tutkulu bir biçimde bağ kurma arzusuna/kapasitesine vardığımıza göre asıl soru ve eksiklik şudur: Komünizm ısrarının, hülyalı bakışlarımızı komünist ufka çevirmenin, komünist dünya tahayyülünün politik ve ideolojik bir meseleye asla indirgenemez nitelikteki ontolojik statüsünü nasıl formüle edebiliriz?