Sosyalizm ve Estetik (I)
Barış Özkul

20. yüzyıl ortasında, Lunaçarski, Jdanov ve Stalin’den sonra, bir Sovyet bürokratına “sosyalist sanat/estetik nedir?” diye sorulsa alınacak cevap aşağı yukarı şu olurdu: “Sınıf propagandası ve devrimci didaktizm”; “sanatın determinist kökenlerine dair sarsılmaz inanç”, “sanatçının sınıfsal konumunun sanat yapıtındaki yansıması” v.b. 

Neyse ki Marksist estetik hiçbir zaman Sovyetler’den ibaret olmadı. Lukacs’tan Brecht’e, Adorno’dan Benjamin'e ve Bloch’a bütün bir 20. yüzyıl düşüncesi sosyalizmin aynı zamanda bir estetik norm olarak inşasına tanıklık etti. Bu düşünürlerin Marksist estetiğe (ve genel olarak sanat eleştirisine) katkılarını değerlendirmeden önce Marksizm'in sanatta “gerçeklik” sorunu etrafındaki kurucu tartışmasını kısaca hatırlatayım.

***

Marksizm, bugünün önkoşulu olarak geçmişe yönelik dikkati daima diri tutmaktan yana bir düşünce biçimidir. “Komünist toplum hayal gücünü ve duyarlılığı özgürleştirdiği gibi aynı zamanda yeni bir dikkat yoğunluğu da yaratacaktır”[1]. Burada sözkonusu olan, seçici-estetik bir dikkattir. Marx ve Engels, hayatın her alanında olduğu gibi estetik alanında da 19. yüzyıl ve öncesine dair epey okudukları gibi iki sanat akımıyla özellikle ilgilenmişlerdi.

Bunlardan biri Romantizm’dir. 19. yüzyıl başında Alman Romantizmi, yükselen Alman milliyetçiliğinin etkisiyle, gerçek edebiyatın ulusal ruhu/tini tarihsel olarak ifade eden sanat yapıtları tarafından temsil edildiğini ileri sürmüştü. Büyük yazarlar dönemin ruhunu ve toplumların evrimini yansıtan bireyler kurgulamakla yükümlü kılınmıştı (Aynı tarihlerde Rusya’da Belinski ve Dobrolyubov, Rus yazarlara “Rus ruhu”nu ifade etmeyi salık verirler). 

Marx ve Engels, bu estetik teorisine/sanat görüşüne fazla yakınlık duymadılar; sanat yapıtını üreten bireysel bilinçle tarihsel süreç ve “milli ruh” arasında böyle bir simetri kurmak akla yatkın değildi. Marx, Ferdinand Lasalle’a yazdığı mektupta “Schillercilik, yani bireyleri çağlarının basit birer sözcüsüne indirgemek, bence sizin başlıca kusurunuz”[2] der. Marx'ın zihnini meşgul eden “gerçeklik” sorununa Romantizm’in doyurucu bir yanıtı yoktur.

Sosyalist-Marksist estetiğin tarihöncesini realizm ve natüralizm oluşturur. Marksizm bu iki akımın gerçeklik anlayışıyla sürekli olarak hesaplaşmıştır; yetmiş yıl sonra, 1930’larda, Lukacs ve Bloch’un giriştiği Marksist estetik tartışmasında dahi 19. yüzyılın realist ve natüralist yapıtları kerteriz alınır.

Marx, biraz da edebiyatdışı ilgilerinden dolayı, realizm ve natüralizmin büyük yazarlarını yakından takip etmiştir. 19. yüzyıl doğa bilimlerinin yüzyılıdır ve doğa bilimleri panteonu içinde yer almak gerçek(çi)lik meselesinde bir “doğruluk” ve vukuf göstergesidir. Flaubert’le birlikte Fransız edebiyatına “bilimsel mesafe” ve “nesnel gözlem” ilkeleri girer. Salambo’yu yazdığı sırada Mısır’a giden Flaubert romanında betimlediği manzaraları bir bilimadamı titizliğiyle gözlemler. Flaubert’inki mekanik bir materyalizmdir belki ama “mekanik” olan her şey de kötü değildir. Marx’ın edebiyatta gerçekçilikten anladığı “toplumsal çatışmaların ve tarihi gerçekliğin diyalektik bir çözüme kavuşturulması” falan değildir. Gerçekçilik ne de Zola’nın yaptığı gibi romanı bir laboratuvar olarak tasarlayıp bireyleri ve toplumsal organizmayı bir deney nesnesi (veya Sovyetler'deki şekliyle, toplumsal planlama nesnesi) haline getirmektir. 

Bir şeyin bilimsel olarak “doğru veya gerçek” olması onun bir sanat formu olarak ilerici potansiyelini veya örtük anlamlarını sergilemekle eşanlamlı değildir. [3] Marx’ın edebiyat ve sanat bağlamında gerçek(çi)lik anlayışı “ayrıntıların gerçekçiliği” değil tipik kişilerin tipik durumlarda, tipik konumlarda gösterilmesidir. Bu nedenle Balzac’ı ve İnsanlık Komedyası’nı gerçekçiliğin gelmiş geçmiş bütün Zolalarından daha gerçekçi bulur. Marx’a göre Balzac, Fransız sosyetesinin 1816-48 arasındaki tarihini dehşetli gerçekçi bir şekilde anlatırken zamanın profesyonel tarihçi, iktisatçı ve istatistikçilerinin tümünden daha fazla şey öğretir. Üstelik bütün bunları politik bakımdan kralcı bir yazar olarak yapar. 

Marx’ın realist ve natüralist edebiyat konusundaki görüşleri hâlen geçerli olan tesbitler içerir. Ama edebiyat tarihi ne Marx’ın zamanında ne de sonrasında realizm ve natüralizmden ibarettir ve Marx, bu iki akımın dışına çıktığında indirgemeci ve didaktik yorumlar yapmaya başlar. Örneğin Rheinische Zeitung’ta Herr Daumer diye birisiyle girdiği polemikte, Alman Romantiklerinden Friedrich Gottlieb Klopstock’un “İlkbahar Kasidesi”ni eleştirir. Daumer’e “Modern endüstriyle beraber bütün doğayı da devrimcileştiren, bütün çocukça meraklar gibi insanın doğa karşısındaki çocukça tavrına da son veren modern doğa bilimleri üzerine tek kelime etmediği” için çatar. Daumer’in yapıtı “Nostradamus’un kehanetleri, İskoçların altıncı duygusu, hayvanî çekim üzerine gizemli imalar ve şaşırtıcı filisten fikirlerle" dolu olduğundan, sanat değeri taşımaz.

Marx, Picasso ile karşılaşsaydı kimbilir ne tepki gösterirdi? 

Onun ömrü buna yetmedi ama Picasso ile, ekspresyonistlerle, Kafka ve Joyce gibi modernistlerle karşılaşan Marksistler alışık olmadıkları bir sanatsal gerçeklikle baş başa kaldılar. Edebiyatta ve sanatta 19. yüzyıl paradigması kapanmıştı. Ekspresyonist bir resme bakıldığında 19. yüzyılın “nesnel temel”i görünmüyordu. Buradan devam edeyim.


[1] Perry Anderson’ın Walter Benjamin’in Mektupları’na yazdığı sunuştan, bkz. Estetik ve Politika: Realizm-Modernizm Çatışması içinde, çev. Elçin Gen-Taciser Belge-Bülent Aksoy, İletişim Yay. s. 159.


[2] Marx alıntıları için bkz. Marx & Engels, Sanat ve Edebiyat Üzerine, çev. Murat Belge, Birikim Yayınları, Nisan 1980.

[3] Perry Anderson bu konuda önemli gözlemlerde bulunuyor; a.g.y., s. 159.