Shut up!
Polat S. Alpman

Demokratik rejimler için basının bağımsız olması bir ilkedir. Bu nedenle ‘dördüncü kuvvet’ olarak ifade edilir. Medyanın yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak ifade edilmesinin nedeni, demokratik toplumda bütün görüşlerin, kanaatlerin, fikirlerin ve eleştirilerin kendini ifade edebilmesinin temel bir ilke olarak kabul edilmesidir. Sadece ifade etmekten de söz edilemez, aynı zamanda medyanın kamuoyu oluşturma hakkını da içerir. Olması gereken, idealize edilen medya konsepti aşağı yukarı buna benzer bir şey.

Bir içerik olarak ‘haber’ hiçbir zaman objektif olmaz, ancak bu durum haberin sübjektif olmasını zorunlu kılmaz. Yani tarafsız medya iddiası ile bağımsız medya çabası farklı meselelerdir. Yine de medya, günümüzde gelişen iletişim teknolojilerine rağmen, ilkece haber alma hakkını temsil eder. İletişim sosyolojisi açısından medya konusu çok farklı biçimlerde ve bağlamlarda ele alınabilir ve bir disiplin olarak gerçekten verimli tartışmalar içerir. Konuya ilişkin teorik yaklaşımlar çeşitlilik göstermesine rağmen belirleyici kriter medyanın rolü ve işlevi, bir başka ifadeyle medya ve iktidar-güç ilişkisidir, denebilir.

Demokratik bir ülkede, sıradan bir hukuk devletinde, akademide ve medya camiası içerisinde, iletişimin ve medyanın ne olduğuna ilişkin tartışmaların önemli ve gerekli olduğu kabul edilir. Hatta o ülkedeki eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün gelişmesi için bu tür tartışmaların sürdürülmesi zaruridir. Konu Türkiye’deki medya olduğunda ise bu tartışmaların oldukça uzağında bir yerde bulunduğumuzu bilmeyen, görmeyen kalmadığı için bu tür ilkelerden söz etmek biraz naiflik olarak yorumlanabilir. Çünkü son operasyonlarla birlikte IMC ya da Hayatın Sesi gibi alternatif medyayı temsil eden kurumlar da kapatılmış oldu. Böylece havuz medyası olarak isimlendirilen süreç tamamlandı ve bir tür ‘medya düzeni’ olarak kabul edilebilecek bir süreç başladı.

Demokratik toplumlarda basının, medyanın özerk bir yapı, kamusal bir güç ve hak olarak yer edinebilmesinin kendine özgü bir tarihi var. Dolayısıyla ‘bağımsız medya’ ifadesinin o toplumlardaki maşer’i vicdanda somutlaşan bir anlamı var. Bizdeki medya düzeni ise toplumun haber alma hakkının baskılanması ve/veya manipülasyonuyla kuruluyor. Bu baskı ve manipülasyonların gerçek hedefinin ne olduğunu bilebilmek mümkün değil. Belki tek seslilik olarak da ifade edilen bir tür ‘suskunluk sarmalı’ yaratmak, belki de propagandayı zayıflatması muhtemel çatlak seslerin ortaya çıkmasını engellemektir. Haber alma hakkı üzerindeki baskı ve manipülasyon sadece demokratik olmayan toplumlar için geçerli değildir. Sol hassasiyetleriniz biraz duyarlıysa, medya üzerindeki baskı ve manipülasyonun demokratik toplumlarda daha itinayla ve inceltilerek gerçekleştirildiğini, bizim buralarda ise bu tür işlerin kör göze parmak kabilinden bir hoyratlıkla halledildiğini fark edebilirsiniz.

Türkiye’de uzun süre ‘şirket oligopolü’ tarafından denetlenen ve kontrol edilen medya, son düzenlemelerle birlikte tamamen devlet denetimine ve kontrolüne geçti. Bunun son örneği, FETÖ için hazırlandığı söylenen 668 sayılı KHK’nın kapatılacaklar listesinde yer almayan, ancak ilgili bakanın ve komisyonun inisiyatifiyle ve Kararnamenin 2. maddesine göre kapatılan 12 televizyon ve 11 radyo kanalıydı. Konuyla ilgili komisyonun başkanı olan bakan tarafından “milli güvenliğe tehdit oluşturduğu” kanaatine varılan kanalların kapatılması ve taşınır-taşınmaz bütün mallarına el konulması, yeni medya düzeninin kimleri kapsadığını ve kimleri kapsamadığını gösteren ilginç bir aşamaydı.

Kapatılan kanalların Gülen Cemaatiyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı kamuoyu tarafından biliniyor. Siyasal yelpazenin solunda yer alan, genellikle Kürt ve Alevi toplumuna yönelik haber ve yayınlara ağırlık veren kanallar. (Hatta kanallardan biri Kürtçe yayın yapan Zarok (Çocuk) isimli bir çizgi film kanalı). Bu kanalların reyting oranının yüksek olmadığını, ana akım medyadan sayılamayacaklarını, hatta geniş ölçekli gündem belirleme kapasitelerinin düşük olduğunu tahmin etmek zor değil. Ancak bu kanallar, Türkiye’de yaşayan yurttaşların bu memlekette, egemen kültür ve iktidar yapısına rağmen var olduklarını, bu ülkede yaşamaya devam ettiklerini ve kaderlerinin bu ülkenin kaderiyle ortak olduğunu ifade edebildiklerini nefes boşlukları olduğu gerçeğini değiştirmez.

Ancak bu nefes boşlukları devletin pek umurunda değil, çünkü bu ülkede yüzyıllardır değişmeyen gerçeklerden biri şudur: Bizde vatandaşların değil, devletin huzuru esastır. Devletin huzuru kaçarsa, kimsenin huzurlu kalmasına izin vermez.

Gelinen nokta itibariyle darbe girişimi savuşturuldu, Cemaatle mücadele ise en geniş kesimler tarafından kabul gördü ve meşrulaştı. Burada eleştiriye konu olan, Cemaate yönelik olduğu ilan edilen mücadelenin dönüp dolaşıp bu işle en alakasız kesimlere dayanması, o kesimleri sindirme, baskı altına alma ya da ‘çenelerini kapatma’ girişimine dönüşmesi. Ancak 12 Eylül 1980 darbesinin inşa ettiği politik kültür açısından bakılacak olursa ortada şaşılacak bir şey yok.

Bu bir huzur meselesidir.