Cebren ve Hile ile...Nereye?
Ömer Laçiner

AKP liderliği, kendisiyle özdeş ve “milletin esası” sayıp, ülke çoğunluğunu oluşturduğunu varsaydığı kesimin dışında kalan herkese karşı, son adımı da atmaya hazır bir savaş haline geçmiştir. Ya da şöyle ifade edelim: Bu ülkede sözkonusu çoğunluk adına dikte edilen bir düzenin ikinci-üçüncü sınıf tebaası olmayı reddeden; aklî, ahlakî, medeni/demokratik kural ve değerlerin temel olduğu bir toplumda eşit hak sahibi yurttaşlar olarak birlikte yaşama arzusunda ısrarlı herkes; AKP liderliğinin bu ısrarı bir iç savaş çıkarma pahasına ezip sindirmeye gayet kararlı olduğu gerçeği ile karşı karşıyadır.

İnsanın inanmamak için kendini zorlayacağı, kabullenmemek için çırpınacağı türden bir gerçekliktir bu. Ancak, AKP liderliğinin, 2013 yılı ortalarından beri doz ve şiddetini giderek arttıran, uyarılar karşısında yumuşamak yerine daha da sertleşen ve tam bir meydan okumaya dönüşen tutumunun devamında, şu son bir ay içinde, aklımız, ahlakımız, iz’an ve sabrımızla alay edercesine yaptığı hamleleri artık başka türlü anlamlandırma imkânı kalmamıştır.

Buna rağmen, bu tüyler ürpertici gerçeğe inanmak istemeyenler, AKP iktidarının, başta Suriye ve Irak olmak üzere “dışarda”, “dış”a karşı zaten savaşta veya savaş açmaya hazır/teşne olduğunu; bu durumda bir de iç savaşı körüklemek gibi çılgınca, akıldışı bir tutumu benimsemeyeceğini ileri sürebilirler. Sağduyu elbette böyle söyletir ve hatta “dışarda” başına bunca gaile açmış bir hükümetin “içerde” mümkün en geniş birlikteliği sağlayacak adımlar atmasının en, hatta tek akli tutum olduğunu gösterir. Ama, dikkat edilsin; AKP liderliği tam aksine “dışarda” sorunlar ağırlaştıkça ve çoğaldıkça –daha doğrusu kendisi bizatihi bu yönde gayret gösterdikçe– “içerde” de baskı ve şiddetin dozunu arttırmakla bile yetinmiyor; tamamen keyfî, hatta –Cumhuriyet gazetesine yapıldığı gibi– akıl ve insafa hakarete varan gerekçeler uydurarak muhalifleri ile arasını onarılamaz ölçüde açmak ve derinleştirmekten bilhassa kaçınmıyor. O nedenle AKP iktidarının HDP’ye reva gördüğü muamele hiç de yadırgatıcı sayılamaz.

Tam aksine; AKP liderliğinin –az sonra açıklamaya çalışacağımız– amacı ve o tür amaçlara özgü “mantığı” açısından Cumhuriyet gazetesinin üzerine bu denli gaddarca gitmek ve hele Kürt nüfus yoğun illerde zaten bir yıldır fiilen geçerli olan savaş ortamını daha da alevlendirmek için HDP’nin gırtlağına sarılmak doğal ve hatta zorunlu bir hamledir.

“Faşist” jenerik adıyla tanımlanan rejimlerin oluşum/oluşturuluş süreçlerinin olmazsa olmaz bir özelliği vardır: Yaşadığı sorunların tür ve ağırlığı ne denli farklı olursa olsun, bütün bu tür rejimler, toplumun –çoğunluk oluşturabilecek– bir kesimini dış –ve onların güdümündeki/hain– iç düşmanlarla kuşatılmış veya onlar tarafından saldırıya uğramış olma propagandasına inandırabildiği, bu psikolojiyi besleyecek “gerçek durum”lar sahneleyebildiği oranda, bu sayede oluşturulmuş, oturtulabilmiştir.

AKP liderliği de zihnindeki İslâmo-faşist düzen/rejim tasarımını tam teşekküllü olarak yürürlüğe sokabilmek için bu genel kuralın gereğini yerine getirmeye koyulmuştur. Bu amaçla, 1 Kasım seçimiyle Sünni-Türk muhafazakârlığın verdiği desteğin güvencesiyle ve bu desteği MHP milliyetçiliğinin sınırlarına kadar genişletmeyi de hesap ederek önce Kürt nüfus yoğun illerde bir savaş halinin sürüp gitmesini öngören politikaları yürürlüğe koymuş, ardından bu savaş halinin Türkiye’nin doğu ve güneydoğu sınırlarında geçerli olmasına matuf hamlelere girişmiştir. Rusya’yla –onun da işine gelen yönleri gözeterek– yapılan anlaşma ve verilen izinle Suriye’ye asker sevk etmek ve burada çok daha geniş çaplı bir askerî harekata girişileceği beklentisini canlı tutmak... bunun hemen ardından hiç kimsenin kendisini istemediği Irak’a yine hiç kimseyi inandıramayacağı “IŞİD’i temizleme”ye katılma bahanesiyle “girme” hazırlıklarına hız vermek ve bunu yaparken de kendini orada istemeyenleri “gerekirse savaşırız” deme noktasına getirecek derecede huylandıran “Musul-Kerkük üzerindeki “tarihî hakları”ndan dem vurmak şu yukarda işaret ettiğimiz genel kuralın “mantığı”ndan başka hiçbir yere oturtulamaz. Kaldı ki, AKP liderliği, dört yanımız düşmanla, savaş hali “ile çevrili” propagandasını gerektiren o genel kuralın dört başı mamur işletilebilmesi için “durup dururken” Yunanistan’ın Ege adalarında “gözü olduğu”nu da ilan edivermiştir.

Ancak, son derece önemle belirtilmelidir ki AKP liderliği, gayet yüksekten atan haykırışlarla ne denli yüksek olduğuna inandırmaya çalıştığı “dış düşman”larla savaş potansiyelini fiileştirmeye “gücünün yetmediği”nin farkındadır. Türkiye’nin gerek Irak ve gerekse Suriye de kapsamlı bir savaşın tarafı olabilmesi için kesinlikle bir icazete ihtiyacı vardır. ABD şu ana kadar kendi koyduğu koşullara riayet güvencesi görmediği için o icazeti vermemektedir. Rusya’nın çok daha ağır koşulları vardır ve olacaktır. Irak’ta bir savaşın fiilen başlıca taraflarından biri olmasına icazet verilmesi daha da zor görünmektedir. Dolayısıyla AKP liderliği, daha epeyce bir zaman “dış düşman(lar) ile savaş halinde olmanın sadece retoriğinden beslenmekle yetineceğinin herhalde farkındadır. Gerçi AKP liderliği bu tür “engel”leri oldu bittilerle aşmaya gayet teşnedir ve geçmişte bunun birçok örneğini vermiştir. Ama her defasında sonuçta “zarar”la oturmasının yanısıra “icazet” makamındaki güçler de AKP liderliğinin bu tür girişimlerine “şerbetli”dirler artık.

Dolayısıyla AKP’nin bu durumda, sözünü ettiğimiz o genel kuralın, gereğini dış düşman(lar) ve onlarla savaş faktöründen daha fazla iç düşman faktörüne abanarak yerine getirmeye yönelmesi “zorunlu” hale geliyor.

Kürtlerin PKK üzerinden iç düşman olarak algılatılması ve Kürtlerin de kendilerinin bu kategoriye sokulduklarını anlamaları için yapılması gerekeni yeterince ve hatta fazlasıyla yapmıştı zaten AKP liderliği. HDP’li milletvekillerinin derdest edilmeleri ne yazık ki artık “cilası” hükmündedir bu politikanın. Dolayısıyla bahsettiğimiz o abanılmış, abartılmış “iç düşman” tehdidi faktörünü işletmek için daha büyük bir “hedef kitle” gösterilmelidir.

Bu ülkede ikinci-üçüncü sınıf bir tebaa olmayı reddeden, aklî, ahlâki, medeni/demokratik kural ilke ve değerler temelinde eşit hak sahibi yurttaşlar olarak yaşama paydasının ortaklaştırdığı –bu toplumun asgari %30-35’ini oluşturan– kesim bu nedenle hedef gösterilmektedir.

Onları iç düşman olarak hedef tahtasına oturtmaları istenenler sadece devlet aygıtının tamamen AKP liderliğinin hükmü altına sokulmuş güvenlik ve adliye mekanizması değildir. Hükümet medyasının dizginsiz bir öfke ve kin yüküyle bu kesimlerin “düşman gibi görülmesi için yalan ve iftira dahil her yol ve yöntemi kullanarak seslendiği AKP’nin –% 30-35 tahmin edilen– “sadık seçmen” kitlesidir. AKP medyası koro halinde bu amaçla çalışırken, ideolog ve örgütleyici kadro da –elbette demokrasiyi savunmak adına!– bu kitlenin silahlandırılması için yürüttüğü çalışmalara yasal kılıf hazırlamak için uğraşıyor.

Bu çabaları hafife almanın hiçbir gerekçesi olamaz. Mutlaka bilinmesi gerekir ki –“rengi” ne olursa olsun– faşist rejimlerin oluşum ve işleyebilmesi için devlet baskı aygıtlarının bu yönde çalışması asla yeterli değildir ve faşizm(ler)e asli niteliğini veren faktör belirli –çoğunluk veya çoğunluğa yakın– bir kitlenin aktif desteği ve kendini o rejimle özdeşliyor olmasıdır. Bu bakımdan AKP’nin kendisini “Reis”in partisine indirgediği, Reis’in de kendisiyle biat ve özdeşlik ilişkisi kurduğunu varsaydığı “millet”ini galeyan halinde tutmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığı, fırsatlar icat ettiği hatırlanmalıdır.

Bunu bütün gücüyle yapmasının, gölgede kalmaması gereken hayati önemde bir nedeni var. Bilinmesi gerekir ki tüm faşist rejimler, üzerinde yükseldikleri kitlesel desteği sadece milli-dinî duygularını körükleyerek, onların o milli-dinî özellikleri nedeniyle “üstün”lük konumunu hak ettikleri inancını propaganda ederek yönlendirmezler. En az bunun kadar, hatta daha önemli olarak onlara bizzat milletin siyasal sınırları içinde belirli bir kesime veya topluluklar kümesine karşı “üstün” konumda olduklarını “yaşatarak”, böylece egemen ve ayrıcalıklı olduklarını duyumsatarak rejimlerini güvenceye almayı asla ihmal etmezler, edemezler.

Bu ülkenin her tür kurumunda ve gündelik ilişkilerinde akli, ahlakî, medeni/demokratik kural ve değerlerin geçerliliğini ve standartlarının yükselmesini –en azından ilke olarak– içtenlikle savunanlar, faşist kitle desteklerinin “doğal olarak” hedefindedirler. Bütün faşist rejimlerin sıradan insan”ın basit, sığ akıl yürütmesine, klişeleşmiş önyargılarına övgü düzmenin yanısıra, genel olarak “entellektüel”liğe, rafine iş ve kültür alanlarına hakaret düzeyinde karşı oluşları da bu yüzdendir zaten.

Şüphesiz; her ülkede olduğu gibi ve belki de pek çoğundan fazla olarak Türkiye’de, çoğu kez altı, içeriği kof olsa da “entellektüel”liği bir üstünlük, dahası “sıradan insan”ı aşağılama konumu olarak yaşayan kişiler, o kişilere dayanarak olan/onlara dayanan rejimler ve dönemler olmuştur. Ve kalıntı olarak da olsalar hâlâ varlıklarından söz edebiliriz. AKP liderliğinin bu gerçeği, çapını sınırsızca abartarak ve bulduğu her fırsatta hakaret ve aşağılamalara bulayarak “vasati”liğin asırlar öncesinden birikip gelen tepkisine “tercüman” etmenin yanısıra, o vasatiliği “egemen/üstün”müş gibi duyumsatmanın kanallarını açması bu bakımdan tasarlanan rejimin hayati bir gerekliliğidir.

Ayrıca; vasatiliğin bu bağlamda “yüceltilmesi ve akli, ahlakî, medeni kural ve değerleri savunanları “iç düşman-hain” gibi görmeye yönlendirilmeleri, “asli dış düşman”ın, “bizi asıl kuşatan ve imhaya kararlı güç”ün “Batı” olduğu teziyle de örtüştüğü için son derece “işlevsel”dir. Böylece “iç düşman” ile asıl dış düşmanın rasyonellik, ahlakî, medeni/demokratik ilke, kural ve değerler üzerine kurulu söylemlerinin paralelliği kanıt gösterilerek dış ve iç düşmanların “işbirliği” teması alabildiğine kullanılabilecektir. Bu bakımdan özellikle Erdoğan’ın şu son aylar boyunca “Batı” ile kurulu ilişkilerin temelden sarsılacağını, hatta kopabileceğini bile bile idam cezasını geri getirme konusunu sürekli işlemesi ve bunu yaparken “milletin arzusu” ile “Batı”nın “dayatmasını karşı karşıya getirmeyi asla ihmal etmemesi hiç de hesapsız değildir.

“Haftalık yazı”nın sınırlarına geldik ve geçtik bile. O nedenle yazının en başındaki tesbiti bir kere daha hatırlatarak bitireyim: Varlığımıza, varoluş tarzımıza, onu oluşturan değer, kabul ve amaçlar toplamına karşı açılmış bir savaşın eşiğindeyiz. Belki de eşiği geçiş manevraları, hazırlıkları da bitmiş, bitmek üzere.

Buna hazır ve hazırlıklı mıyız?