Sevgi Soysal Üzerine
Barış Özkul

12 Mart, Sevgi Soysal’ın hayatında ve edebiyatında dönüm noktasıdır. Tutkulu Perçem ve Tante Rosa’nın yazarı ile Şafak’ın yazarı arasında epey fark vardır. Sudan nedenlerle girdiği cezaevinden “gerçek hayat sahneleri” biriktirerek çıkmıştır Soysal. Konuları ve karakterleri gittikçe politikleşmiştir. Ama bu, onda bir devrimci ajitasyon itkisine yol açmamıştır. Eleştirel mesafesini bir algı ve duyu açıklığıyla koruyabilmiştir. Onun bu yönünü iyi bir romancıda olmazsa olmaz bulduğum birkaç özellik üzerinden açıklamaya çalışayım.

Dramatik imgelem, bir empati yeteneğidir. Türkçede duygudaşlıktan çok duyarlık, dirayet gibi sözcüklerle anlatılan bir duyu ve algı açıklığı. Sadece “biz”e benzeyenlere değil aynı zamanda hiç sevmediğimiz, yabancısı olduğumuz bir dünyaya nüfuz etmekle varılan bir nesnellik. 

Şafak’ın devrimci karakterleri Oya, Mustafa, Hüseyin’den çok sıkıyönetim komutanı Zekai, işkenceci Abdullah ve muhbir Zekeriya daha ilginçtir bu bakımdan. 

İşkenceci dediğimiz karakter, alçak bir yaratıktır. Ama bunu söylemek için roman yazmaya gerek yok (Hele Türkiye gibi işkencenin ata sporu olduğu bir ülkede). İyi bir roman işkencecinin iç dünyasını, sevgisizliğini, onu o yapan kişisel-toplumsal etkenleri anlatabildiği ölçüde sahicidir. Şafak’ta işkenceci Abdullah eline düşen devrimcilerden hiç büyümemiş bir çocuk gibi şefkat ve anlayış dilenir. Karşılık bulamayınca saldırganlaşır. Sıkıyönetim komutanından duyduğu korkunun aynısını devrimcilerin de duymasını ister. Korkak ve zalim, ezik ve saldırgandır. Oya, bir aşamada büsbütün komik bulmaya başlar Abdullah’ı. Devrimci didaktizm yapmak yerine iliklerine kadar tiksindiği, ezasını çektiği bir karakterin trajedisine ışık tutar (Soysal’ın bir karakterin iç dünyasını beş altı açıdan gösterme yeteneğini, politik romanın olağan sınırlılıklarını göz önüne alarak, Nabokov’un Lolita’da Humbert Humbert karakteriyle yapmaya çalıştığına denk sayabiliriz.) 

Empati bir yetenekse, eşyaya duyarlık doğuştan gelen, “Tanrı vergisi” bir yetidir. Türk romanında en iyi örneklerini Tanpınar’da gördüğümüz bir yeti: “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner...”

Sevgi Soysal da sıkıyönetim komutanı Zekai’nin içtiği Kent sigarasından, Mevhibe Hanım’ın kristal kül tablasına, Ziynet’le Gülşah’ın çeyizinden Abdullah’ın copuna seçici bir dikkatle eşyaların ardındaki anlamlara götürür okuru. Bir yargıya varılacaksa büyük laflarla, basmakalıp mesajlarla değil böyle böyle varılacaktır.

Onun bu duyarlığının edebiyatdışı bir nedeni belki de Ankaralı olmasıydı. Şafak ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti birkaç istisnaî bölüm dışında kapalı mekânlarda, genellikle evlerde geçer. Mevhibe Hanım’ın evden dışarı adım attığı görülmez. Olcay-Doğan ve Ali üniversite kantini ve sinemada arkadaşlıklarını koyulttuktan sonra hemen her zaman eve, çay içmeye (bir devrimcilik belirtisi) giderler. Adana’da sürgünde olan Oya, otelinden ancak bir ev toplantısına katılmak için çıkar. 

Yürümek’te Ela ve Memet’in hareket kabiliyeti kazanabilmeleri için Büyükada’ya, sonra Kaleköy’e gitmeleri gerekir. Aya Yorgi’ye tırmanmak başlı başına bir “iştir”. Sevgi Soysal’ın karakterleri sanatoryuma yollanır gibi İstanbul'a yollanırlar.

Sevgi Soysal, kapalı mekânların, evlerin, eşyaların ve ayrıntıların romancısıdır. Ama bir natüralist gibi ayrıntıları okurun önüne tepeleme yığmaz. Zola gibi, bir çamaşırhaneyi kırk sayfada anlatmak değildir çünkü mesele. Evde ve eşyadaki bit yeniği gösterilmelidir. Yürümek’te Ela’nın annesiyle beraber ziyaret ettiği Büyükada konağının gerçek sahibi Ermeni ve Rumlar dayatılmış bir sessizlik ve tedirginliğin konusudur. Ela, Rum sevgilisi Aleko ile Aya Yorgi’ye tırmandığı gün babası ölüverir.   

Yürümek’te Sevgi Soysal’ın ayrıntılara ve eşyalara duyarlığı, doğayı görselleştirme becerisiyle birleşir ve hemen cinsellik sözkonusu olur. Müstehcenlik suçlamasıyla toplatılan Yürümek’te cinsellik, birçok yerde, olabilecek en ince şekilde anlatılmıştır:

“Derinlerde, toprağın derinindeki asma kökü, o hafif taşlı, kumlu yamaca doğru gelişti. Kısa kahverengi, esmerimsi gövde yardı toprağı. Gelişti. Dallandı. Toprakta yerini belledi kütük. Yaprakların koltuk altlarından uzandı dallar çubuk çubuk. Genç sürgünler sülük gibi kıvrıldılar. Çatallı uçlarıyla çevreye tutundular, yayıldılar. Büyük, el ayası damarlı, bölümlü yaprakların dişleri genişledi, sıralandı art arda. Alışılmış süreler geçti. Çiçekler dallar üzerinde salkım salkım açtılar. Kâse biçimi tomurcuklar belirdi. Çanak yaprakları. Taç yaprakları. Erkek organlar olgunlaşan çiçeğin külahını devirdiler. Tek dişi organ meyveye dönüştü. Üzüm oldu. Salkım salkım, yeşil, sarı, kırmızı ve kara. Çekirdek. Çekirdeksiz kimi. Önce ekşi, koruk. Olgunlaştı, tatlılaştı, ağırlaştı. Salkımlar dalları toprağa çektiler. Saplar ağır meyvelerle aşağı döndüler. İnsanlar, hayvanlar ya da kuşlar bundan hoşlandılar. Çok doğaldı bu. (s. 42, İletişim Yay. 12. baskı, 2012)”

Sonuç olarak, Sevgi Soysal, Türk edebiyatında ender rastlanır özelliklere sahip bir yazardı. Yaşasaydı, herhalde odağını 12 Mart’la sınırlı tutmayacaktı. Gerçi bu ülkenin 12 Mart’ları 12 Eylül’leri bitmez, bitmiyor.