Güç Tapınması ve Sapkınlık Etiği (I)
Erdoğan Özmen

Daha ötesi var mı ki? Her birimizde var olduğuna inandığımız hak ve adalet duygusundan bu denli uzaklaşmış olmaktan ötesi? Yalanın her şeyi yuttuğu ve erittiği yerde geriye ne kalır, yalan hepimizi esir ettiğinde, artık içi boş kabuğa dönüşmüş bir dilden başka? Sözün hiçbir hükmü kalmamışsa hiçbirimiz üzerinde… Sözün seviyesinden düştüğümüzde… Büsbütün takatsiz kalmaz mıyız o zaman? Hak, doğruluk ve adalet kavramlarından mahrum edilmiş bir dil neye merhem olabilir ki? Dosdoğru olma çabasını, hakikat arayışını, tertemiz bir niyetle başlama arzusunu artık temsil edemeyen bir dil… Hayatı olumlayan ve yücelten kelimeleri dağılmış bir dil çoktan ölmüş sayılmaz mı? Tanıklık etme vasfını, demek, haysiyetini kaybetmiş bir dilden geriye kalan sadece harfler değil midir artık? Büyük bir gürültüyle sıradan hammaddesine, harflere kadar çözülmüş ve çökmüş bir dil işte. Bir ceset-dil: Bağlamından kopmuş ve artık hiçbir anlam taşımayan işaretlerin yığınından ibaret bir kütle. O bile değil çoğu zaman. Resimlerin, görüntülerin, imajın her şeyin yerine geçmesinden belli. Anlam ve hakikat arayışımızın derin bir ümitsizlik eşliğinde kendi içine çökmesi bu. Sınırların silindiği, her şeyin birbirine ve toza ve küle karıştığı bir çöle düşmek. Şiddetin, ilkelliğin ve hoyratlığın çölüne... 

Vahşet karşısında sessiz kaldığımızda peki? Korkunç heriflerin güç ve iktidar savaşları karşısında, onlar dünyayı ateşe verirken hep aynı derin ve utanç verici sessizliğe gömüldüğümüzde, tümü kaybolmuş sayılmaz mı kalbimizdeki doğruluk ve dürüstlüğün? Bütün dünyayı devasa bir yoksul ve kimsesiz çocuklar mezarlığına çevirmeye ahdetmiş canavarlar ellerinde habire güç, zenginlik ve iktidar biriktirirken, bu çirkin kayıtsızlığı mümkün kılan nasıl bir kalptir bizimkisi? Her birimize yaşamak hazzı ve sevincini yasaklayarak ve “yüksek idealler” uğruna, karanlık bir Tanrı adına hayatlarımızı feda etmemizi buyuran totaliter efendilere duyduğumuz bu çürümüş ve çirkin hayranlıktan daha aşağısı hangi seviyedir ki? Biz içimizde, kalbimizin derinliklerinde zonklayıp duran vicdanın çağrısını güçlü bir “hayır” sesine tercüme etmekten, o yüce sorumluluğu üstlenmekten geri durduğumuz her gün dünya biraz daha kuruyor. İçi boşalıyor her şeyin. Bütün sebebini ve kaynağını sabırla kalplerde araması ve biriktirmesi gereken bir ahlaktan uzaklaştığımızda, artık neresidir ki bir daha yüzümüzü döneceğimiz yer? Hakikat aşkı değil midir insanı üstün ve ayrıcalıklı kılan meziyet? Hakikat arayışı, ille de hakikatte ısrar? İnsan en çok parıldadığı, en genişlediği ve kendinin ötesine geçtiği yerden, vicdanından koptuğunda bir müsvedde bile değildir artık. O yüzden, her birimiz aynı acı sorunun muhatabıyız çoktandır: Bu muyuz gerçekten biz? Bu kadar mıyız yani?

En temel insanlık zemininden düştüğümüze, asgari insaniyet dairesinin dışına çıktığımıza göre şimdi bulunduğumuz yer neresidir ki? Bunca eksik ve kayıptan sonra varoluşumuzun tutarlılığını ve bütünlüğünü yine de muhafaza etmek ve tümden dağılmamak için yaslandığımız, ikamet ettiğimiz öznellik biçimi nedir? Şimdiki zamanda varlığın dayanağı olan ruhsal yapı hangisidir? Bu çürüme ve katılaşmayı kişiliğimizde özümseme ve bütünleştirme esnekliğini ve bu zelil varoluşun gerekçe ve meşruiyetini sağlamaya matuf ruhsallığı nerede konumlandırmalıyız? Sapkınlıktan ve sapkınlığın sefil etiğinden söz ediyorum. Ya da günümüzde, geleneksel faşizmi özgül bir sapkınlık biçimi olarak yeniden tarif etme görevinden…   

Totaliter figürlerin siyasi dehaları, kişiliklerinin güçlü ya da zayıf özellikleri (totaliter figürlerin karakter analizleri daima cazip bir konu olagelmiştir) , üstün hitabet güçleri filandan ziyade kendimize bakacağız demek ki, kendi sefaletimize. 

***

Günümüz siyaset sahnesinde ve toplumsal/bireysel alanda en yaygın tavrın inkar ve inkarla ilişkili fenomenler olmasının arka planında sapkın ruhsal yapı vardır. Güç tapınması, gerçeklik duygusu ve bağının zayıflaması, yalancılık ve sahtekarlık, ve cehalet tutkusu hep birlikte aynı yapının semptomlarıdır. 

Bastırmanın (represyon) nevrozun, men etmenin (foreclosure) psikozun kurucu savunma mekanizmaları olmasına benzer biçimde inkâr da (disavowal, verleugnung) sapkın ruhsal yapıyı inşa eder. Buna ilişkin Freudçu hikâye kısaca şöyledir: Dişi genital organlara ilişkin algısını inkar eden erkek çocuk (kastrasyon sorunsalının ona dikte ettiği şeydir bu), öte yandan ve mecburen bir inanca, Freud’un “maternal fallus” dediği şeye tutunur. Ancak, sapkınlığın daha sonra ortaya çıkacak semptomlarının işaret ettiği üzere söz konusu algı bir düzeyde çoktan kayda geçmiştir. Yani, söz konusu özgül algının izinin/hatırasının zihinden bir biçimde yok edilmesi durumu değildir bu. O iz/hatıra oradadır, çünkü etkili olmakta, semptom üretmektedir. Ama yine de inkar edilir. Sapkının meşhur “Gayet iyi biliyorum, ama yine de…” kalıbının mükemmelen özetlediği açmazdır bu. Bilincin dışına itilen, uzaklaştırılan anı/bellek izi semptom biçiminde geri döner.

İnkar sayesinde sapkın ikili bir konum benimser: Fallik eksiği (kendisi ve anne için) bir yandan inkar ederken, diğer yandan geri kalanlar (ve baba) için o eksikliğin varlığını tanır, kabul eder. Mutlak bir bölünmedir bu. Sapkın, eksiğin ve düzenleyici yasanın eş zamanlı olarak hem kabul edilip hem de reddedildiği bölünmüş bir dünyada yaşar. “Hayır” ve “evet”in aynı anda mümkün olduğu bu radikal bölünme, sapkına mutlak bilgiyi sağlayan zemindir. Doğrudan bilir sapkın. Sapkınlık bu yüzden tedavi edilemez. Çünkü kendi eksiğini inkar eden sapkının tedavi için de sahici bir talebi genellikle olmaz. Tam aksine her zaman sunacağı bir şeye sahiptir sapkın. Sapkının evreninde öteki, –sapkının kendini bir araca indirgemesi sayesinde- ya zevk almaya (mazohizm örneğinde olduğu gibi), ya da pasif bir gözlemci olarak kalmaya mecbur edilen öznedir.

Sapkın bu yüzden büyük Öteki’yi cisimleştiren bazı figürlere (Tanrı, tarih ya da partnerinin arzusu), ve onların iradesine doğrudan ulaşabildiği vehmi içindedir. Kendi eylemini, onların iradesinin doğrudan aracı olduğu varsayımında temellendirir. Gerçekliğe tam bir saldırı ve gerçekliğin yıkımı sayesinde olanaklıdır sapkının eylemi. Tanrısal/yüce bir iradeyi ete kemiğe büründüren eylemimin tek ölçüsü sadece kendisidir artık. Nefretin sıradanlaştığı yerdir burası. 

Sapkınlıktaki bu radikal bölünmenin bir diğer sonucu gerçekliğin katmerlenmesi, ikili bir düzene/yapıya kavuşturulmasıdır. Bu, bir bakıma gerçekliğin kaybıdır. Sapkın özne, dış dünyanın/düzenin kurallarına tam olarak uygun ve tabi bir hayat sürer ve aşırı muhafazakâr ve ahlakçı bir konum benimserken, diğer yandan kurallarını kendinin saptadığı gizli bir başka hayat yaşar. Ancak belirgin bir güç/iktidar üstünlüğüne sahipse mümkün olabilen bir hayattır bu. Sapkının mekânı bu yüzden –bu ikili ihtiyaç nedeniyle– genellikle okullar ve adli kurumlar, yatılı yurtlar, dini cemaatlerdir. 

İnsanın ruhsallığını yapılandıran ve besleyen en önemli şeydir hakikat aşkı. İç ile dış, gerçeklik ile fantezi, kuşaklar ile cinsiyetler arasındaki farkı ve sınırları çizen hakikat ölçüsü yok olduğunda kaybettiğimiz ruhlarımızdır. Bu kitlesel zombilik momentinde/eşiğindeyiz epeydir.