Kuzine
Aksu Bora

Kuzine diye bilirdim. Maraş’taki evimizin geniş mutfağında dururdu, yanında odunlarla. Kuzinede çay demlenir, patates közlenir, börek pişirilir… Bir hocam dedi ki, “kırk yıllık maşınga kuzine mi oldu, çok biliyorsun sen!”… Bizim kuzine dediğimize, Trakyalılar maşınga dermiş meğer. Bunu anlattığımda, evdeki Arnavut, “ha” dedi, “şporeti diyorsun”… 

Çocukluğa işaret eden bu nesne, aynı zamanda taşrayı, taşralılığı da düşündürür. Nedense, kuzineyi şehir mutfağına yakıştıramayız. O, eski, çocukluğumuzdan kalma, uzak bir nesnedir. Hafıza nesnesi bile değil, belki nostalji… Muhtemelen taşra ile çocukluk arasında kurulan denkliğin böyle de bir kimyası vardır: Geride kalmış, uzak bir hatıra. Belki de bir hayal. “Öyle mi olmuştu gerçekten?”

“Çocukluk denilen masalı biz burada yaşadık” der Mustafa Çiftçi (Bozkırda Altmışaltı) mesela; taşrayı çocukluğun yeri olarak hatırlar. Aynı zamanda, çocukluğun kendisi bir taşra tecrübesidir. Uzaklıkla ve masumiyetle kurulan taşra fikri, anında yıkılır ama: “Ne masalı kardaşım, rezillik desen” cevabını alır. Biri gitmiştir, öteki kalmış. Biri için masal olan, öteki için sıkıntıdır. 

Nurdan Gürbilek, Taşra Sıkıntısı’nda bunu söyler: 

“Tıpkı taşra gibi, uzakta yanıp sönen, parlayıp yiten ışığın vaadiyle yaşar çocuk. Her gün onu bekleyen, her sabah onu yanına çağıran bir dünya! Orada, dışarıda, bir anlam vaadi olduğunu fark etmiştir bir kez. Yeni bir oyuncağın uyandırdığı umudun yerini birden nasıl koyu bir can sıkıntısına bıraktığını hatırlayanlar bilir: Çocuğu umutlandıran da, bir şeylerin kendisinden esirgendiğini hissettiren de dışarının vaat ettiği bu anlamdır. Çünkü çocuk, anlamı kendi içinde, kendi bedeninde, kendi dilinde üretemez henüz. (…) Bu yüzden anlam vaat eden dünyanın kıyısında, simgesel düzenin kenarında, cinselliğin taşrasında, annesinin eteğine yapışmış öylece kalakalır.” 

Gürbilek, bu sıkıntıyı çocukluğa iliştirirken, taşra sıkıntısının mekâna bağlı olmayan, daha geniş bir içeriği olduğunu da hatırlatır. “Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin…” sıkıntısından söz eder. Anlam vaat eden dünyanın kıyısında olma tecrübesi. 

Gürbilek, “karşıtıyla karşılaşmanın onda doğurduğu sıkıntıyı (…) öfkeye, hırsa, inatlaşmaya, ödeşmeye dönüştür”en “yeni taşra”dan da söz eder. “Dışındaki anlam vaadine, yetişkinlerin dünyasına, büyük şehre açılma umudunu koru”yan eski taşradan farklı olarak. “Ben de isterem” diyen dil, artık kendisini ötekinin aynasında görüp eksiklenen özneye ait değildir. Tersine, o artık kendisinden esirgeneni gerekirse zorla almaya kararlıdır. Hınç doludur. 

Bu karşılaşmanın bir “bastırılanın geri dönüşü” ya da merkezin kendini koruma arzusu değil de, ilk kez bir göz göze gelme anı olarak anlaşılması mümkün olamaz mıydı? Yani, taşrayla merkezin hep birbirine göre, birbiriyle tarif edildiğini söyledikten sonra, bir yerin (yahut tecrübenin) “taşra” olabilmesinin koşulunun merkezden uzaklık değil, bu uzaklığın “bilinci” olduğunu hatırlamak? Bebeklik değildir taşra; bebek için anlam o kadar uzakta değildir, yanıbaşında, “başkası” olmayandadır. Ancak çocuk bilir mesafeyi. Şükrü Argın’ın dediği gibi: “Taşra için en uygun niteleme, onun –paradoksal biçimde– ‘içerdeki dışarı’ olduğunu söylemektir. ‘Tayin edilmiş’, yani ayrılmış ancak aynı zamanda da vazifelendirilmiş bir statüye sahiptir taşra. Deyiş yerindeyse, ‘boyun eğdirilmiş’, ‘evcilleştirilmiş öteki’dir.” (Şükrü Argın, “Taşraya İçerden Bakmak Mümkün müdür?”, Taşraya Bakmak içinde) Böylece, bu anın nasıl bir yüzleşme olduğunu fark etmemiz kolaylaşmaz mıydı? Yüzleşmenin sadece bir “eksik bırakma” ya da “kendisinden esirgeneni arzulama” meselesi değil de onu ve dolayısıyla kendini de “olduğu gibi” görmek zorunda kalma anı olduğunu? Yine Argın’a başvurursak: “Merkezin taşraya yönelik aleni ya da zımni husumetinin ardında –bana kalırsa– bu gerçek vardır. Taşra, bizatihi kendisi kopya olan bir merkezin kopyasıdır; elbette daha silik –ancak nihayetinde tıpkı merkezin kendisi gibi– bir kopyadır ve her karşılaşmada merkeze öncelikle bu gerçeği anımsatır: Ben de tıpkı senin gibiyim!”

Anlam vaat eden dünyanın bir kopya olduğunu fark etmek, zorlu bir yüzleşmedir. İçin için bilinen bir gerçeğin kendini beklenmedik, bazen grotesk biçimlerde ortaya koyması. “Ben de tıpkı senin gibiyim”, bir kez ifade edildiğinde, artık ben ile sen arasındaki sınır da ortadan kalkmış olmaz mı?

Bana kalırsa, kuzinenin, çocukluğun ve “taşra”nın yeniden anlamla, anlam vaadiyle dolmasının bu sınır aşınmasıyla bir ilgisi olmalı. “Anlam vadeden dünyanın” yeniden tasarlanma mecburiyetiyle. Ecdat kaftanlarıyla gidilebilecek fazla bir mesafe yok, kopya olmaktan kurtuluşu orada aramak beyhude –arayan da yok benim anladığım, epey performatif bir hikâye o–. Kuzinede simgelenebilecek bütün o “sahicilik”, “orijinallik” –biliyorsunuz, kuzine fırının kopyası değildir, tersi doğrudur aslında!– ve anlam arzusu, o zorlu yüzleşmenin bir başka bakışla, “taraflı olduğu için değil, taraf olduğu için görebilen bir bakış”la, “gösterdiği şeyde kendisini de görünür kılan bir görüş”le kavranmasına götürebilse bizi ne olurdu? Kuzine bir nostalji (hatta hatırlama!) nesnesi değil de işte bu anlam yaratma arzusunun, bu iradenin bir simgesi haline gelse?

Makedonlar da peşka derlermiş kuzineye!