Tuz
Derviş Aydın Akkoç

İlle de tertemiz mi olması lazım sözün: durulanmış, akça pakça olması? Yanından yöresinden kir pas tutmuş, çamura bulanmış söz(ler)den niçin imtina eder insan? Neden yıpranmış sözlerde açar yol aramaya yanaşmaz? Hem buruşuk sözlerden güya imtina eden kişi –yüreğinin derinliklerinde– çok mu temizdir acaba? Kulakları hep sade sözlerle mi yıkanmıştır? Sözün sularında “mutlak temizlik” aramak, insanın “kusursuzluğuna” yönelik kadim algıyla ilgili galiba. Oysa kusursuz olacak son şey sözün kendisi. Zira insan daha baştan eksiktir; sarf edeceği sözler de eksiktir. Hal böyleyken insanın “söz” hususunda mükemmeliyet ya da “tamlık” araması: küstahlık değilse nedir bu? Sözün yabanıl ortamında bozukluklardan, telafisiz defolardan kaçmak nafile. Hele de bugün. Kaldı ki bin yılları bulan bir söz akışı da var insanın karşısında: Sonsuzca birikip istiflenmiş, bulanarak birbirine dolanmış, kayıt altına alınmış yığınla akışkan söz. Her akış gibi sözün akışı da ağına takılan çöpleri peşi sıra sürükler: söz hurdalığı. 

***

Kabul etmeli: Sözün debisinin bunca genişleyip çoğaldığı bir zamanda atıklardan ve süprüntülerden kurtulmak kabil değil. Kapitalist zihniyetin şekillendirdiği pazarın kuşatıcı dili, sözü esir almış vaziyette. Reklam yazarları sadece şairlerle değil, politikacılarla ve yasa koyucularla da dalgasını geçmekte: İcabında ölçülü uyaklı, icabında ölçüsüz uyaksız, ama her durumda sözü alnının tam ortasından vuran, her vuruşta kelimeleri daha da ticarileştiren bir söylem ortamının görünmez mimarları olarak reklamcılar. Sözün yapıtaşı olan kelimeler metaların dolaşımına bağlı olarak hareket ediyor, imajlar ve anlamlar yükleniyorsa, reklamcıların yabana atılmayacak bir payı var bunda. Şayet herkesin zihninde sözgelimi herhangi bir şiirin herhangi bir dizesi değil de, en az bir reklamın sözü nakışlıysa durup düşünmeli: “billur tuz; akar, akar, akar...” “Billur” kelimesinin anlamlarını (temizlik, kristallik) tuzun berraklığı ve geometrik şekliyle birleştirip, tuz özelinde hafif “serpme” fiilini “akar akar akar” diyerek bolca “dökme” fiiline doğru sinsice kaydıran bu dil ve bu dili tetikleyen ticari zihniyet: Korkunç değil, kesinlikle zeki bir zihniyet bu. Ve meselenin trajik tarafı: Bugün politikacının ya da şairin ağzından çıkacak “tuz” kelimesi, reklamcının ağzından çıkıp derhal metanın hareketine endekslenen ve nihayet tüketicinin zihnine kazınan “tuz” kelimesi karşısında çaresiz. Zira ilki hızla buharlaşırken ikincisi külçeleşip kalıcılaşmakta...

***

Cemal Süreya haklı: Bir dize bir kez dünyaya düştükten sonra dünya o dizeden önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılır. Ama “billur tuz; akar, akar, akar” sözü dünyaya düştükten sonra da, dünya bu sözden önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılır. Üstelik reklamcının tuzu, daha önceki tuz kullanımlarıyla kapışır, onları oldukları yerde dondurmaya, mumlayalaştırmaya çalışır, çoğun başarır da bunu. Yahya Kemal’in “Vuslat” şiirindeki öznenin tuzla kurduğu ilişki mesela: “ /.../ Kanmaz en uzun buseye, öptükçe susuzdur. / Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur; / İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan, / Bir sır gibidir az çok ilahi olduğumuzdan.” Sineye çekmesi incitici belki ama “ilahi” imgelerle bezeli “o tuz”un yerine başka bir tuz gelmiştir. Biri arandığında ancak kitaplarda, diğeriyse market reyonlarındadır. Öptükçe susuz kalan özne döktükçe susuzluğu yatışmayan özneye mağlup olmuştur. Kutsallığından arındırılmış zevk, yârin dudaklarındaki tuzda değil, elini cebindeki “paraya” attığında kavuşacağın billur tuzdadır. Üstelik bu tuz uzun zahmetlerle varılacak bir yerde de değil, aksine iki adım uzaklıkta, sempatik plastik kabıyla oradadır; rafın ortalarında bir yerde...

***

Sanıldığı ve çokça işlendiği üzere “sözün düşüşü” değil, sözün enflasyonist bir ticari zihniyet uyarınca yeniden değerlendirilişi, içeriklendirilmesidir bu süreç. Elbette bu süreç amansız bir posalaşma faslıdır söz açısından. Bu minvalde mevcut dili “başka” bir dil haline getirmek, sözgelimi “barışın dilini”, “sevginin dilini”, “güzelliğin dilini” kurup dolaşıma sokmak: bu hakikaten öyle kolay üstesinden gelinir bir çaba değil. Zira heriflerin tuzu burada ve şimdidedir, sorgusuz ve sualsizdir; öteki özgürleştirici tuzsa maalesef kayıptır?

***

Hayatın şimdisine dair bir şey söylenecekse –yeni olması gerekmiyor bunların– söze bulaşacak süprüntüler inkâr edilmemeli. Ne söylenecekse paçavralarla söylenebilir ancak. Demek tertemiz kelimelerle değil, çürük çarık çapaklı kelimelerle yola revan olmak göze alınmalı. “Tuz” kelimesi gibi: “barışın” ya da “sevginin” dilini yaratma arzusunu “tuzun dilini” yaratma arzusundan ayırmamak, hatta mümkünse tuzdan hareketle “barışın” yahut “sevginin” diline temas etmeye çalışmak. “Barış” sözünün yanına hep ölümü, savaşı, çatışmayı, yıkımı değil de, tuz kelimesini usulca iliştirmek için uğraşmak; yani el altında olana değil de zahmet isteyene yönelmek. Boşa düşmek pahasına tersten bir strateji izlemek gerekirse, tuzun varlığına değil de yokluğuna işaret etmek: barışsız ve sevgisiz bir hayat tuzsuz aş(k) gibidir...