Utanç Son Sığınağıdır İnsanın
Erdoğan Özmen

İnsana güvenmekten vazgeçemeyiz. Elimizde değildir bu. En son engel ortadan kalkıp en korkunç akıbetler ortaya çıkana değin inanmayı sürdürürüz insana. En sonunda ama, türümüzün bir üyesi çıkıp “bütün göçmenler canidir” dediğinde örneğin, koynundaki ufacık yavrusuyla kahrolası bir sınırdan geçmeye çalışan kimsesiz babaya kıyabilen bir sefille karşılaştığımızda, ölmüş bir çocuğun anacığını yuhalayan kalabalıklara şahit olduğumuzda, yerde bir başına acılar içinde yatan Ali İsmail’i tekmelerken gördüğümüzde bir linç güruhunu, ölmüş bir kadının çıplak bedeniyle poz veren alçaklara, cenaze taşlamaktan, ceset sürüklemekten zevklenenlere, çocukların bedenleri ve ruhları parçalanırken suskun kalanlara rastgeldiğimizde içimizdeki o yer yırtılır işte. Varlığımızı tutan son dayanak, insanlığımızı koruyan son siper parçalanmış gibi olur. 

İmkânsız bir eşiktir bu. O andan sonra zira, ruhumuzdaki son gözyaşı damlası da eridiğinde, söylenmesi, yapılması ve hissedilmesi gerekenin ne olduğunu artık hiç bilemeyeceğimiz bir çöle düşer, o ebedi direnç noktasından mahrum, kalakalırız. Karanlığa karışıp çözülmek, yok olmaktır bu. 

İnsana tutuna tutuna var oluruz çünkü, insana yaslanarak. Yavrusunu “sessizliğin yağan karı sarması” gibi saran, kapsayan, tutan, dilsiz ihtiyaçları bir bir ayırt ederek karşılayan annelerin olağanüstü sezgisi ve hassasiyeti, incecik dikkati ve özeni sayesinde hayata tutunur, var kalırız. O eşsiz iyilik jestiyle başlar insan olma hikayemiz. Dünyaya geldiğimiz anla başlayarak, açlıktan örneğin, yok edici bir acıyla kıvranırken bizi içine çeken annenin sıcacık şefkatiyle. Böylece yerleşiriz kainata, sağlam bir güven duygusuyla. İnsana inana inana insan oluruz. Onun iyiliğine, cömertliğine sığınır, teslim oluruz, bizi yüz üstü bırakmayacağını bilerek. İnsanın içinin kaygısızca genişlediği, vicdanın en saf haliyle bedene kazındığı bu kısacık ümitli anlardır işte. En iyi şairler anlatır bunu, o dayanılmaz yokluğu: “Anne ölünce çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/Elinde bir siyah çubuk/Ağzında küçük bir leke…” (Sezai Karakoç) demeleri bundandır.

Hayatımız boyunca, durup dinlenmeden ötekinin sesine dikkat kesilmemiz, ötekinin bakış, söz ve imalarını izleyip durmamız bundandır. Tam bir açık yüreklilik ve hesapsızlıkla, en zayıf ve savunmasızken demek ki, kollarımızı açıp yüzümüzü çevirdiğimiz yerde taş kalpli bir alçakla karşılaştığımızda utanca gömülmemiz bundan. Bir sahtekarsa karşımızdaki o anda, eşiğine yüz sürdüğümüz acımasız bir zalimse, zulme uşaklık eden bir müsveddeyse bu dünyadan yok olmak, yerin dibine geçmek isteriz. Acı ve hüsranla için erimesi budur. “Kendi insanlığımdan utanıyorum” çığlığı ötekine duyulan inancın ve itimadın parçalanmasıyla aynı şeydir. Utanç duygusu belki de, vicdanın en temel itici gücü, en temel saikidir. 

Utanç çünkü, etine kaydolmuştur insanın, ruhun en derindeki katmanına. Aciz ve muhtaç bir varlık olarak başlamışken hayata, hem dış dünya hem de kendi dürtüsel gerilimlerimiz (onun da dış dünyaya ait sanıldığı vakitlerdeyken henüz) karşısında tam olarak yetersiz ve güçsüzken doğuştan getirdiğimiz sınırlı kapasitemizle ötekine seslenerek, onun sağladığı araç ve imkanlarla (onun aynalayıcı yorum ve müdahaleleriyle) bir savunma inşa etmeye çalışırız. Demek, daha baştan tabi olarak/itaat ederek hakimiyet kurmaya çalışmaktan ibaret bir kendini-savunmadır bu: 

“İnsanın kişisel tarihi, başka ne olursa olsun, insanın itaatinin tarihçesidir. Herkes açısından geçmişe dönük soru daima, neye razı geldiğimiz, neye boyun eğmek zorunda kaldığımız, çocukken gerçekte hemfikir olmadığımız halde neyi kabullendiğimizdir. İnsanın kendisine yapması söylenen şeyi yapmak isteyip istemediği –yani istemesi gerektiği söylenen şeyi isteyip istemediği– ve bu soruyla ve bu soru hakkında neler yapabileceğimiz ise ahlaki hareket noktalarıdır. Tüm ahlaki sorunlar aslında itaat sorunudur.” [1]

Demek, kökensel acziyet ve yetersizlikle ötekini birbirine sıkıca bağlayan düğüme yerleşir utanç duygusu. Henüz oluşmaya başlayan benliğimiz ötekinin aynalayıcı bakış ve jestleriyle varlık kazandığı ölçüde utanç, ilk benlik bilinci/farkındalığı deneyimiyle eş zamanlıdır ya da benliğin sınırlarının belirmeye başladığı o deneyimde çoktan içerilmiştir.   

Utanmamak elimizde değildir artık. Her başarısızlık ve yetersizlik durumunda, kırılgan benliğimizin sınırlarını da ifşa eden her kötülük gücü ve eylemi karşısında, bizden bekleneni yerine getiremeyip çaresiz kaldığımızda utanırız. Kapitalizmin utanç duygusunu maniple ederek, bu temel “zaafımıza” hitap ederek, sefaletimizin sebep ve sorumluluğunu bireysel bir meseleye indirgeyerek işlemesinin gerisinde bu açıklığımız ve korunaksızlığımız vardır bir de.

Bütün ilişkilere ve alanlara nüfuz etmek, ve hiçbir konum ve düzeyi yeterli saymayarak bütün kural ve sınırları hoyratça çiğnemek isteyen, geride gasp edilmedik hiçbir fazlalık kalmasın isteyen bir edepsizlik ve arsızlık da bu manzaranın diğer yüzüdür. Kendi mantığı gereği bütün olumlu değer, ilişki ve yapıları yok etmeden duramayacak bir yıkıcılık bu.

Her gün yeni bir örneğiyle irkildiğimiz bu terbiye ve seviye kaybının, şaşkınlıkla şahit olduğumuz sıradanlaşmış yüzsüzlük numunelerinin, gözümüzün önünde arsız bir ucubeye evrilen insanlığın, demek, sınırsız iktidar ve güç arzusuyla bir ilişkisi olmalı. En temeldeki aciz, güçsüz ve çaresiz varoluşumuzun bütün engel ve yoksunluklarını telafi etme vaadine göz kırpan yaralı, utanmaz ve kibirli bir narsisizmle… Yasayı ve hakikati kendi kadir-i mutlaklık fantezilerine bir tehdit olarak algılayan ve süratle atlamak isteyen, kendini hakikat ve yasa makamıyla eşdeğer sayan bu iktidarsız ve zavallı sapkınlığın, –bireysel ve toplumsal– hiçbir tezahürünü ihmal etmeden sürdürülecek ortaklaşa bir mücadeleyle ancak… yeniden birbirimizi göreceğimiz, birbirimize güvenmeyi, yaslanmayı ve teslim olmayı, kendimizi birbirimize emanet etmeyi yeniden öğreneceğimiz kolektif bir arzu ve pratikle ancak… bu koşul çoktan yeniden insanlık olabilmemizin koşulu haline gelmiştir bugün.

Utanç daima son sığınak, son tesellidir insan için. Canlı varlığımız tümden yok edilecek bile olsa geride kalacak son zerre, inat edecek son kum taneciğidir daima. Bugün bir de, en değerli direniş zeminidir artık. Varlığın en derindeki çekirdeğini sahiplenmek ve korumak, kendi varoluşunu teyit etmekle özdeşleşmiş bir siyaset zemini ve imkânı…


[1] Adam Phillips, Yasak Olmayan Hazlar, Çev. S. Nilüfer, Metis Yayınları, 2017, s. 47-8.