Göklerden Gelen Hollanda Kararı
Ela Bilgen
11 Mart’tan bu yana Türkiye ve Hollanda arasında yaşanan diplomatik kriz pek çok politikacı ve uzman tarafından eşi benzeri görülmemiş bir gerilim olarak değerlendirilmekte. İki NATO müttefiki arasındaki diplomatik ilişkilerin, bir bakanın sınır dışı edilmesi ölçüsünde çökmesi her iki ülke hükümeti tarafından da sıra dışı olarak nitelendiriliyor.

Bu “sıra dışı” kriz Hollanda olayına kadar daha küçük boyutlarda başka Avrupa Birliği ülkeleriyle de yaşanmakta, ancak mülteci meselesinin de yardımıyla kontrol altında tutulabilmekteydi. Neredeyse 20 yıldır Avrupa Birliği aday ülkesi statüsünü taşımasına rağmen Türkiye, tam üyelik için karşılanması gereken ve hukukun üstünlüğü ile insan haklarına saygıyı öngören Kopenhag Kriterleri’nin çokça uzağında bulunuyor. Ancak son yıllarda bu uzaklık ne zaman gündeme getirilse Türkiye hükümetinin aklına gelen ilk cevap mülteci kozu oluyor. Özellikle geçen yıl 18 Mart’ta AB ile imzalanan ve Türkiye’nin mültecileri kendi sınırlarında tutması yoluyla AB sınır güvenliğini sağlamayı amaçlayan anlaşma, AB siyasal baskılarına karşı Türkiye’nin en büyük güvencesi oldu. Nitekim anlaşmanın yıldönümüne birkaç güne kala, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bu kez Hollanda krizine işaret ederek anlaşmanın iptal edilebileceği vurgusunu yaptı.

Bununla birlikte Hollanda’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Kaya’ya yönelik müdahalesi, mülteci kozunun artık aşınmaya başladığını gösteriyor. Mülteci anlaşmasının kendisinin ne denli hukuk dışı olduğu ve her iki taraf açısından da pek çok hukuksuz uygulamaya zemin hazırladığı düşünüldüğünde bu aşınmanın çokça gecikmiş olduğu söylenebilir. Gerçekten de Türkiye’nin kendisi, giderek daha fazla mülteci veren bir ülkeye dönüşmekte. Bu da pek çok şeyin yanında insan haklarının zayıfladığı anlamına geliyor. Ne var ki Türkiye hükümeti temel haklar alanındaki bu kötüleşmeyi doğuran uygulamalarında hukuku değil, “göklerden gelen karar”ları dayanak almayı tercih etmekte.

Belki de bir dış mesele olduğundan Hollanda’da yaşananlar Türkiye hükümetine modern devletlerde hukukun bir meşruiyet kaynağı olduğunu hatırlattı ve Hollanda’ya, 1961 ve 1963 Viyana Sözleşmelerine yapılan atıflarla cevap verildi. Nihayetinde muhatap, en az 500 yıldır iktidarın kaynağını göklerden topluma, insan yapısı hukuk kurallarına indirmiş bir sistemin parçası olan, hatta kurucuları arasında duran Hollanda.

Bu çerçevede Türkiye hükümetinin savı Viyana Sözleşmeleriyle korunan diplomatik dokunulmazlıkların ihlal edildiği. Nitekim Bakan Kaya’ya eşlik eden Lahey Büyükelçiliği Maslahatgüzarı ve Rotterdam Başkonsolosu gözaltına alınmıştı. Ancak hükümet yetkililerinin söyleminde bu temsilcilerden ziyade doğrudan Bakan Kaya’ya yapılan müdahale öne çıkmakta. Bir bakanın saatlerce yol ortasında bekletilmesi, başkonsolosluğa geçişine müsaade edilmemesi, eşitler arası bir ilişkide olması gerektiği gibi mevkidaşlarıyla muhatap olması gerekirken karşısında kolluk kuvvetini bulması ve son derece ciddi bir tedbir olan “istenmeyen kişi” ilanına başvurulması yaşanan diğer her şeyi geri planda bıraktı. Bu nedenle başta Kaya’nın kendisi olmak üzere Cumhurbaşkanı ve Başbakanın hemen her açıklamasında Bakan Kaya’nın dokunulmazlık hakkının ihlal edildiği söylendi. Oysa uluslararası hukuk açısından Bakan’a yapılan müdahale diplomatik dokunulmazlıklardan çok ülkesel yetkiler konusuna girmekte. Bu doğrultuda Hollanda makamlarından da ülkeye girişine rıza gösterilmeyen ve uçuş izni verilmemesine rağmen ülkeye karayoluyla giren Bakan’ın diplomatik dokunulmazlığı bulunmadığı açıklamaları yapılmış ancak sonrasında gerginliği tırmandırmama yönünde takınılan tutumla bu sav üzerinde durulmamıştı.

Ancak Hollanda’nın iddiası dayanaksız değil. Nitekim Türkiye hükümetinin diplomatik dokunulmazlık vurgusuna rağmen, Dışişleri Bakanlığı’nın olayın ardından Hollanda’ya verdiği notalarda da Bakan’ın dokunulmazlığından söz edilmiyor. Bunun yerine “diplomatik/konsüler misyonlar ile mensupları” için “dokunulmazlık”tan, “Devlet Ricali” içinse “diplomatik nezaket”ten bahsediliyor. Böylece iki dost ülke arasında gösterilmesi beklenen nezaket kuralları bir yana, Türkiye’nin uluslararası hukukta herhangi bir güvence arayışına girmeden, tamamen akışına bırakarak bakanını yabancı bir devlete göndermiş olduğu ortaya çıkıyor.

Notaların dayanağını oluşturan 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi ile 1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi diplomatik ve konsoloslukla ilişkili misyonları düzenlemekte ve bu misyonların kabulü için ev sahibi devletin rızasını gerektirmekte. Elbette Bakan’ın kendi uzmanlık alanında başka bir devletin temsilcileriyle diplomatik görüşmeler yapma hakkı var ve bu görevi sırasında uluslararası hukukun tanıdığı diplomatik dokunulmazlığa sahip. Ancak devlet ya da uluslararası örgüt temsilcileri dışındaki gruplarla ve uzmanlık alanı dışındaki konularda, hele ki siyasal propaganda ya da seçim kampanyası gibi konularda ev sahibi devletin ülkesel egemenliğinin esas alınacağı açık. Bu da ülkeye girişin engellenmesinde ve sınır dışı kararlarında kamu düzeni ve güvenliğinin geçerli bir gerekçe olarak değerlendirilebileceği anlamına gelir. Bu ilkenin uygulanması içinse Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun gocunduğu biçimde muhatabın terörist addedilmesi gerekmemektedir. Önce İngiltere Başbakanı Boris Johnson, iki gün sonra da Hollanda Başbakanı Mark Rutte’den Binali Yıldırım’a gelen öğle yemeği teklifleri de bu duruma gönderme yapan sembolik davetler olarak okunabilir.

Ülkesel egemenliğe yönelik bu hassasiyet zaten Türkiye’de de, hükümet yetkililerinin sözlü açıklamalarına olmasa bile Anayasa değişikliklerine ilişkin halk oylamalarını da kapsayan Seçim Kanunu’na yansımış durumda. Kanun’un 94. maddesinde yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamayacağı ifade ediliyor. Üstelik yurt içinde de açık ve kapalı yerlerde propaganda yapılmasını düzenleyen 50 ve 51. maddeler kamu hizmeti görülen bina ve tesislerde ve mabetlerde toplu olarak sözlü propaganda yapılmasını yasaklıyor. Başbakan ve bakanlara ilişkin yasakları düzenleyen 65. maddeye göreyse başbakanın, bakanların ve milletvekillerinin yurt içinde yapacakları propaganda gezilerinde resmi hizmete tahsis edilen araçları kullanmaları ve bu gezilerde protokol icabı olan karşılama ve uğurlama törenleri yapılması yasaklanmakta. Hollanda olayında ise “Anayasa değişiklik teklifinin anlatılması” için konsolosluk işlerinin görüldüğü binanın seçilmesi, seyahat için resmi araçların kullanılması ve kamu hizmeti için Hollanda’da bulunan dış temsilciliklerin protokol alarmına geçirilmesiyle 94. madde bir yana, yurt içinde bile yasaklanmış olan faaliyetlerin pek çoğunun gerçekleştirildiği gözleniyor.

Böylelikle, uluslararası alanda hukuki bir mücadeleye girişen hükümetin bunda çok da başarılı olamadığı anlaşılıyor. Bu beceriyi geliştirmek için öncelikle ülke içinde hukuki kalma alıştırmaları yapmak faydalı olabilir.

16. yüzyıl sonundan 18. yüzyıl sonuna dek bu dünya sisteminin hegemonu ve hegemonyasını İngiltere’ye kaptırdıktan sonra da sistemin güçlü devletlerinden biri olarak Hollanda, hukukun üstünlüğüne dayanan iktidar şeklinin en köklü savunucularından. Ancak hukuk ilkelerini savunmak ne Hollanda, ne İngiltere, ne de son hegemon ABD için savunduğunu uygulamak anlamına geliyor. Bugün körü körüneliğe, fanatizme mesafeli duran herkesin dile getirdiği Avrupa çifte standardının altında da bu yatıyor. Zira sistemin güçlüleri için önemli olan kurucu ilkeleri uygulamak değil, muhataplarını uyguladığına ikna edebilmek. Hollanda ise bugün, tıpkı diğer güçlüler gibi ikna ediciliğini kaybetme yolunda. Diğerleri gibi Hollanda için de yeni olan, kaba şiddet/güç gösterisi değil şiddetin kayıtsızca uygulanması. Kaba şiddete başvururken takınılan pervasızlık… Bu yenilik koşullu olarak uygulanan hukukun üstünlüğü ilkesinin muktedirlere sağladığı zeminin kaymaya başladığının da işareti. Sıradan insana düşense bu zemini şarta bağlı yeni bir lütufla ya da göklerden gelen kararla doldurmanın bir zorunluluk olmadığını hatırlamak.