“Duygudaş olmakla, hissetmek / duymak arasında bir fark vardır,” diyor Terry Eagleton. Aradaki farkı, birinin acısını paylaşabilmek için ille o acıyı hissetmeye gerek yok manasında vurguluyor. Hatta “senin derdini, aynı dert gelir beni de bulur hayaliyle paylaşabiliyorum” diyenlere, hafif küçümser bir tonlamayla ‘felsefi egoistler’ diye hitap ediyor. Oysa etrafımıza baktığımızda ıstırabın ancak belli bir topluluğa ait bir şey gibi yaşandığını görüyoruz. Çeşitli ıstırapların çevresinde kümelenmiş insanlar, dönüp dönüp sorular soruyor, bazen de isyan ediyorlar. “İnsanlıktan çıkmışlar”, “insanlıktan nasibini almamış”, “bunu yapanlar insan olamaz”, “hiç acıma yok mu bunlarda?” en sık duyduğumuz isyan lafları –bu sözler (yüksek sesle) bol keseden de söyleniyor değil, çoğu kez korkunun aşıldığı ya da öfkenin artık su götürmez bir mutlaklık kazandığı durumlarda çıkıyor ağızdan. Belli ki ‘insan’dan hiç değilse iki beklenti var: Dehşet yaratmaması ve acıyı anlamaya çalışması. İkisi de naif değil; politik beklentiler. İki sonucu dillendiriyorlar: Çoğunluk, (bir şekilde) insani olmadığına hükmedilebilecek bir davranış biçimini benimseyiverdi ve sürgit dehşet, insani olduğuna inandığımız her şeyi söndürdü. Her iki halde de söz söylemek, belki soru sormak gerekiyor.
Kamuoyunun soru sormasını istiyoruz, kuşkusuz bir açık çağrı. Istırap içinde olanlara, başkalarının acısını hissedebilenlere fakat aynı zamanda her bir insana yönelik bir açık çağrı. Bir siyasi partinin yapabileceklerinden biri, kamuoyunu bir şeylere davet etmek olabilir. Yine de çağrının kendisi bir dalga gibi kırılarak, aynı anda, kimsenin yeterince soru sormadığını söylüyor sanki. (Kamuoyu ve soru bahsine ilişkin başka yorumlar da var tabii. Çoğunlukla “kamuoyu soru soruyor ama…” spot cümlesiyle bildiğimiz bir kalıp bu. Kamuoyunun soru sorduğu ve muhataplarının yanıt vermekten kaçındığı durumları –çoğu zaman ana akım medyanın keşfiyle öğreniriz. Yine siyasi parti temsilcilerinin “bütün Türkiye kamuoyu bu soruları soruyor” yorumuyla yapılmış basın açıklamaları, “şu an kamuoyu bu soruyu soruyor” vurgulu köşe yazıları da şüpheli görünüyor.)
Ölenlerin her birini anımsayabiliriz. Nerede, nasıl öldüklerini söyleyebiliriz. Ölümlerinin cinayet olduğunu ve cinayeti işleyenin adını bile söyleyebildiğimiz durumlar var. Yine de bazı sorular yanıtsız kalıyor sanki. Ya da, yanıtların karşılayamadığı bir şey, varlığını korumaya devam ediyor. Duygudaşlık değilse bile bir diğerinin acısını anlama / hissetme hevesi ve soru soran insanlar olmadan, yanıtlar eksik kalıyor. Üzeri çıplak bir genç kolayca yakalanabilecekken öldürülüyor; basın, olayı olası bir şiddet eylemi engellendi havasında veriyor. Belki bazılarımız ilk anda rahatlıyor; neyse, herhangi bir olay olmadı, diyor. Müşterek cinayet, böyle bir şey galiba.