Kurtuluş Yok Tek Başına
Polat S. Alpman

Türkiye’nin toplumsal yapısı birçok farklı kırılganlıklara sahip olduğu için siyaset yapma biçimi hoyratlaştıkça kırılganlıklar daha derin bir biçimde hissediliyor. Özellikle milliyetçilik ve muhafazakarlık üzerinden üretilen hegemonik söylem, toplumsal yapıdaki kırılganlıkları pekiştiren ve herkesi kendi kimliğine gömülmeye zorlayan sosyal ve siyasal dinamiklerin pekiştirilmesine neden oluyor. AK Parti uzun bir süredir bu kırılganlıklar üzerinden siyaset yapmayı meşru hale getirdiği için eleştiriliyor. Bu eleştirileri ciddiye alacak bir siyasi kadronun halihazırda var olmaması, daha doğrusu bu eleştirilere kulak kesilmenin iktidarın devamı için elzem addedilmemesi siyasal alandaki hoyratlığın sürdürülmesini kolaylaştırıyor.

Kolaylaştırsın, dert değil, çünkü göstermelik nezaketin bile lüks kabul edildiği bir vasatta hoyratlık sıradanlaşacaktır. Trajik olan bu hoyratlığı sosyal ve kültürel benlik sunumlarının bir bileşenine dönüştüren siyasal pratiklerin, siyasal alanı rehin alması ve hoyratlığı siyaset yapmanın mecburi istikameti olarak tayin etmesidir. Türkiye gibi kırılganlıklarıyla yüzleşmekte, onları uzlaşmalarla gidermekte başarısız olan ülkelerin siyasal alandaki hoyratlıklarının sonuçları ise iktidarı kazanıp kaybetmekle sınırlı değil. Beşeriyetin tarihi açısından bu hoyratlıkların genellikle neden olduğu sonuçlar sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal yıkımla iç içe ilerliyor. Hoyratlıkla elde edilen kısa süreli zaferlerin uzun dönemler boyunca devam etmesi gereken toparlanma sürecini gerçekleştiremeyenler ise kırılganlıkların sağladığı kolaylıklar nedeniyle parçalanmak zorunda kalıyor.

Türkiye’de siyaset yapmanın başat davranışlarından biri haline gelen hoyratlığın bu kadar hüsn-ü kabul görmesinde etkili olan motivasyonlar arasında Türk sağının lider kültü, ideolojik malzemeleri, söylem kalıpları önemli bir yer işgal ediyor. Yerli-milli gibi sağcılığın göbeğinde kurulan bir retorik ile dile getirilen muhafazakar-dini ve bunu topyekun kuşatan milliyetçi atmosfer içerisinde kırılganlıkların siyaset marifetiyle halledilmesi gereken siyasal-üstü konular olarak değerlendirilmesini beklemek gerçekçi değil. Geriye kalan şey kendi kimliğine, o kimliğin kurucu bileşenlerine modern ve politik bir sadakat üreten ve bunu klişeler, basmakalıp lafazanlıklar ile kitleselleşmesi kolay ezberlere dönüştürmek; böylece kırılganlıkları olası bir tehdit olarak yeniden restore etmek. Tehditler olmadan, tehditlerden kaynaklanan korkulara temas etmeden konuşamayacak olanlar, sözlerinin ikna ediciliğinden ve yavan kalacağından endişe edenler için kırılganlıklar birer korku nesnesidir.

Türkiye’de müesses nizam, toplumu korkutmayı ve hatta korkunun kendisini siyasetin amentüsü olarak bellediği için dünyayı korkular eşliğinde yorumlamayı siyaset yapma, siyasalı anlama biçimi olarak değerlendirmektedir. Korkulması gereken sadece dışardaki düşmanlar değildir, aynı zamanda içerdeki düşmanlardır. Korkulması istenen ve korkulması için büyük bir hırçınlıkla inşa edilen bu karanlık ve müphem dünya anlatısı sayesinde korkunun öznesini belirsizleştikçe güvenilirlik iddiasında olan iktidar daha da belirginleşir. İktidarın en belirgin hali liderliktir ve kendini toplumla özdeşleştiren liderlik söylemi için korkunun sürekliliği aynı zamanda bir kahramanlık anlatısını zorunlu hale getirir. Bu kadar korku dolu bir dünya ile mücadele edecek korkusuz – kahraman lider anlatısının karşılık bulduğu yer, siyasal alanı bu hikâyeye uygun bir düzleme çekilmesini de gerektirir. Korkular arttıkça iktidar tarafından iradesi denetim altına alınan kesimlerin teslimiyeti artar ve kademeli olarak bağımsızlıklarını yitirirler. Korkular yoğunlaştıkça hegemonik şiddet yoğunlaşır. Böylece bir aygıt olarak iktidarın ürettiği korkular, iktidarın sürdürülebilmesinin zorunlu koşulu haline gelir ve korku ile iktidarı elde tutmak arasında simbiyotik bir ilişki kurulur. İstiklal Marşı’nın “Korkma” diye başlamasının nedenlerinden biri bu olabilir. Buna rağmen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e değişmeyen tek şeyin bu memleketteki korkuların iktidarı olduğu söylenemez mi?

Nihayetinde Türkiye hâlâ korkular imparatorluğudur.

Toplumun sinesinde yer alan kırılganlıkların bir türlü selamete erememesinin arkasında demokrasinin kurumsallaşamaması ve hukukun kişiselleşmesi kadar yönetim pratiğinin korkularla sürdürülmesinin etkisini küçümsememek gerek. Bu korkular sayesinde akla hayale gelmeyecek işlerin bizzat yetki sahipleri tarafından icra edildiğini ve dahası bunun savunulduğunu fark edenler açısından Türkiye’de yeni olan şeylerin ne olduğu sorusu abesle iştigaldir. Toplumsal yaşamdaki herhangi bir farklılığın birdenbire bir tehdit unsuru haline gelebilmesinin an meselesi olduğu, her yurttaşın potansiyel hain olarak addedildiği bir iklimin müsebbibi olanların, aynı zamanda mutlak kahraman, beklenen kurtarıcı rolü kesebilmesine uygun zemin yaratanlar iktidarın enerjisini sürdürmesine imkan sağlayan korkunun da bekçisidir.

Yaşanan referandum süreci korkular üreterek ve kırılganlıkları derinleştirerek sıradanlaşan hoyratlığın resmî geçit töreniydi. Fakat buna rağmen 16 Nisan referandumu için dile getirilen Hayırlar bu korkuyu ve kırılganlıkları aşma umudunun iyimser bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Evet’in hırçın ve hırslı dayatmasına karşılık Hayırların ürettiği bereket bir tür defans halet-i ruhiyesiyle ve yer yer bağnazlığa, hatta ırkçılığa varan çeşitliliğiyle devam ediyor olsa bile zımnen söylenmek istenen şey kırılganlıkları aşacak ve uzlaşmayı hatırlatacak bir siyasal arayışa olan ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, iktidar tarafından korkulara gark edilen siyasal alana itirazı da içeriyor. Bu nedenle sadece bir kesimin değil herkesin ihtiyaçlarına kulak kesilecek siyasal iradelerin, bütün korkutmalara rağmen kendini dile getirmekten yılmayan toplumsal taleplerin bir ifadesi olmak zorunda. Çünkü toplumu savunmak zorunda, çünkü kurtuluş yok tek başına…