Arzu ya da “Güller ve Kadehler”
Derviş Aydın Akkoç

Belki de hiçbir şey beklememeli, arzunun ayak oyunlarına hele, hiç gelmemeli: envai çeşit açlık ve susuzluk (eksiklik) karşısında çelebice bir asudeliği kuşanabilmeli insan. Asudeliğin olmadığı yerde çoğun bağırış çağırış vardır zira. Herhangi bir “istek” için yapılacak son şey “bağırmaktır” oysa. Bağırmak, insanın “istiyorum” fiilinde seğiren harisliğini ifşa eder yalnızca: daha fazla üzüm, daha fazla şarap, daha fazla güç, daha fazla iktidar, daha fazla yalan, daha fazla zevk... 

***
İnsan tozu dumana katmadan, kalıcı doyum isteğinin imkânsızlığını idrak ederek, demek yaman “boşluk hissi”yle hesaplaşarak, haset nöbetlerine tutulmadan da yüz çevirebilir arzulara. Bu minvalde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Güller ve Kadehler” şiiri, insandaki kökensel boşluk hissine narince dokunur. Asla tam ve mutlak manada doyurulamayacak, ancak meşgul edilebilecek arzuları depreştikleri yerlerde, yakıcı “susuzluk” ânlarında yakalar. Şair, elbette arzunun gücünü bilir, kör bir inkâr sürecine girmez. Herhangi bir eksikliğin insanı nasıl şiddetle vuracağının farkındadır. Arzunun kuvvetlerinden kaçmaz; daha ziyade poz kesmeyen, aşırıya varmayan bir vakarlığa sığınır: “Varsın baş ucunda gezinsin dursun, / Zalim iğvaları bir susuzluğun... / Bütün pınarlardan içsen ne çıkar? / Hep aynı boşluğu bize tekrarlar, / Dövülmüş altından ya da mücevher, / Birbirine benzer bütün kadehler...”

Susuzluğun “iğvaları” sonuna kadar “zalim”dir, zira uzaklarda değil, aksine daima kişinin “baş ucunda” dolanıp durur, yerli yersiz kendilerini duyururlar. Şiirin öznesi –bir vakitler- susuzluğu yatıştırmaya yeltenmiş gibidir ama. Bir bilgisi, deneyimden edindiği bir neticesi vardır elinde sanki: Yeltenmiştir, ama susuzluk yatışmamıştır; her ne yaparsa yapsın yatışmayacaktır da: “Bütün pınarlardan içsen ne çıkar? / Hep aynı boşluğu bize tekrarlar.” Her doyum zannından sonra daha büyük bir boşluk hissi belirir, ya da mevcut his derinleşir. Pınarların çeşitliliği de mühim değildir, “hep aynı boşluk”tur kalıcı olan. Altın, mücevher ya da bakır, tüm kadehler benzerdir: boşluğun tekrarlanmasından öte bir anlamları yoktur. 

Şiirin ikinci kısmında, tıpkı iğvalar gibi “boşluk” da zalimleşir, acı verir. “Varsın baş ucunda gezinsin dursun” dizesindeki kayıtsızlık yerini bir burukluğa, kesifleşecek bir hayal kırıklığına bırakır: “İsterse bir bahar olsun günlerin; / Bir esneyişinde yorulmuş tenin, / Silinir aynadan her nazlı hayal, / Arzuların sana ördüğü masal. / Bağrında bir bıçak yarası boşluk, / Simsiyah kesilir gözünde ufuk, / Siyah açar güller ve siyah öter / Ömrün gecesinde öten bülbüller...” Arzular yalan dolayımıyla dahi olsa hakikati söylememiş, “masal” anlatmışlardır. Hazin bir sonuçtur bu. Ama burada sitem edilen şey arzu ya da onun nesnesi değildir aslında, arzuya da nesnesine de ölümcül darbeyi indiren “boşluk”tur.

Arzunun pınarlarından umut kesilmiş, susuzluk baki kalmış, kapanmaz “boşluk” da sinede bir bıçak yarasına dönüşmüştür. Şiir bu açık yaranın da tesiriyle geçirimsiz bir kasveti yüklenir: “Simsiyah kesilir gözünde ufuk.”Arzunun ve nesnesinin üzerine karanlığın örtüsü serilir; bundan böyle göz, nesnelerin parıltılarından iğva olmayacak, ışığı değil, karanlığı görecektir: “Silinir aynadan her nazlı hayal.” Hayallerin tek tek silinmesi, arzunun “boşluk”un amansız gücü karşısında geri çekilmesiyle birlikte kırmızı değil, siyah açacaktır güller; güllere pervane olmuş bülbüller de simsiyah öteceklerdir. Alttan alta işleyen fiyakalı bir kabulleniş, bağırtışız bir vazgeçiş, haysiyetli bir susuş ânı: “ömrün gecesi...”

***
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Güller ve Kadehler” şiirindeki arzu ve boşluk meselesi, neredeyse motifleri dahi devralınarak, talebesi Ahmet Muhip Dıranas tarafından da işlenecektir, ama kimi farklarla: Tanpınar’da arzuyu tatmin etme “tekrarları” ve bu tekrarlardan doğan, yüzünü karanlığa çeviren hayal kırıklıkları, Dıranas’ta kopkoyu bir “can sıkıntısı”na, pınar sularına daldırılan “altın kadehler” daha baştan içi boş “su taslarına”, pınarlarsa “pencerelere” dönüşür. Dıranas’ın “Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısı” adlı şiirindeki açılış dizeleri: “Bir bıçak saplı durur göğsünde / Hangi su tasına uzansan boş / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde.” 

***

Arzu ve onun olanaksız tatmini bahsinde, Tanpınar’ın “susuzluk iğvalarına” kapılarak siyahlara bürünmek de, Dıranas’ın göğüste saplı bıçağıyla bir pencereden diğerine koşmak, koşarken dövünmek de mümkün. Ama sanki bir eda daha var. Arzunun cezbi karşısında, Tanpınar’ın “varsın” çıkışındaki o kırılgan kayıtsızlığı daha kararlı bir noktaya taşıyan Edip Cansever’in “Saate Bakmak” şiirindeki şu eda: “Varsın her şey sonraya kalsın / En sonraya / Sözgelimi iki bin altı yüz kırk bir mil / Bir papatya ne kadar uzağı görebilirse /.../ Köşedeki tütüncü silaha çevirdi sigaralarını / Ödemesi çok güç sigaralara.” İster pınarlardan akan sular, isterse uzanılan su tasları, isterse tütün olsun, her arzunun nesnesinin bir pahası vardır aslında; Tanpınar’ın yahut Dıranas’ın “saf arzusu”na, Cansever’de “para”, kapitalizm de bulaşmıştır artık: “ödemesi çok güç.” Köşedeki “tütüncü” arzunun nesnesini (sigarayı) çoktan bir silaha çevirmiştir. Fakat her durumda boşluk, boşluk, boşluk... Madem öyle, orada bir yerde varlığını sürdüren bir papatyanın uzun menzilli bakışlarına, “en sonra”nın zamansızlığına havale edilsin kavuşma ânları: “ey ayaklarımızın dibindeki yoksul gül...”