Popülizm (I): Sorunu Tanımlamak ve Soru Sormak
Aybars Yanık

İşler bir plana göre ilerlediğinde, kimse afallamaz. Plan, oldukça korkunç olsa da…

(Joker, “Kara Şövalye”)

 

Anlaşılan, “işler” eskisi gibi yürüyemez durumda.

Sürdürülebilir kaos çatırdıyor, kaosun kendisi artık gizlenemez hale geldi. Demokrasiyi bir rejim olarak kurumsallaştırma çabasının tek yolu demokrasinin liberalizasyonu olarak görülüyordu. Bu, aynı zamanda, mutsuz evliliği birinin lehine çözme çabasıydı da. Aile içi kavga (böyle bir kavganın olmadığı iddia edildi, kol kırılır yen içinde kalırdı) mahallelinin diline düştü ve “yükselen popülizmle”, “kaosu” sessiz sedasız yürütebilme kudreti de yitirilmiş oldu.

Kaosu yürütme tekelini evvelden elinde bulunduranlar, daha önce akıllarına öyle çok gelmeyen halkı [“the people”] hatırlamaya başladılar. Ama yine kurucu bir aktör olarak değil, yaklaşan tehdide (Trump, Putin, Le Pen, Farage, Wilders, Orbán, Erdoğan; öte uçta Sanders, Corbyn, Çipras, “Indignados”) karşı uyanık kalması gereken “bekçiler” olarak. Tıpkı, ultra-lüks barların içerisindeki “zengin” çocuklarını dışarından gelecek tehditlere karşı korumakla yükümlü, kapı önünde nöbette duran body-guard’lar gibi…

***

“Bir demokrasi ille de liberal olmak zorunda değil. Liberal olmayan bir şey de halen demokrasi olarak kalabilir.”

“Sorun, hangi yolun izleneceğine kimin karar vereceğidir. Bence: Halk. Halkın en yüce egemen olarak etkili olmasından şüphe duyanlar, demokrasinin özünü sorgulamaktadırlar. İnsanların dört senede bir seçimlerde oy kullanmak dışında da hakları vardır ve ülkenin geleceğine dair önemli konularda söz söylemekle yetkilendirilmişlerdir.”

İçinde yaşadığımız çağın anlam karmaşasına [ambiguity] en iyi örnek, belki de yukarıda alıntıladığım cümleleri kimin sarf ettiğini, bu argümanla kendini ortaya koyan birinin/birilerinin nerede durduğunu kestirememektir –ilkini Macaristan Başbakanı Orbán; ikincisini Avusturya Özgürlük Partisi lideri Haider söylüyor.

Sağlamlığından pek şüphe edilmeyen zemin kayıyor… Açıklayıcı ve işe yarar olduğu düşünülen öğretilere karşı derin bir güvensizlik var. Bu yılın başında aramızdan ayrılan Zygmunt Bauman bu hissiyatı tarif ederken “günümüzdeki güvensizlik, bir uçaktaki yolcuların pilot kabininin boş olduğunu ve kaptanın dostane sesinin aslında önceden kaydedilmiş bir mesajın teypten çalmasından ibaret olduğunu keşfettiklerinde yaşayabilecekleri hisse benzer”[1] diyordu. Böyle hisseden bir yolcu nasıl davranır, ne düşünür?

***

Böyle bir anlam karmaşası içerisinde, müphemlik buhranında türlü çeşit cevaplar bulmak oldukça cazip görünse de, “iyi” sorulara odaklanmak hem verili olanı ıskalamama hem de “anlamlı” yanıt arayışı için soluk alma fırsatıdır. Fırtınada varışı garanti edecek hız olmadığından, bir an önce varacağımız yere gitmek için hızlanmaktansa, belki de demir atmak gerekiyor.

“İyi” soru sorabilmek, gösterişsiz bir “basitlikten” kaçınmamakla da mümkündür: Gerçekten tam olarak neyi sorun ediyoruz/etmeliyiz? Trump’ın maçoluğu ve hödüklüğü, Erdoğan’ın İslâmcılığı, Corbyn’in bisiklete bindiğinde görünen renkli ve komik çorapları, Sanders’ın Demokratların tansiyonunun yükselmesine neden olacak ideolojik ve ekonomik tercihleri, vaatleri… Yoksa nükleer silahlanma yarışı, Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali, küresel ısınma, hayvan hakları, uluslararası silah ticareti, LGBTİ hakları, kadın hakları?

 

Vasat bir politikacı/politika bilimci/akademisyen/eylemci bu sorunların çözümlerinin arasında zaten bir bağ olduğunu, hepsini tetikleyen problemin “bir” olduğunu söylemekle kalmayacak, aynı zamanda bu bağın sorunları önceleyen bir biçimde gömülü olduğunu, yani çözümün olumsal ve iradi değil, apriori olduğunu iddia edecektir. Elbette uluslararası silah ticareti ile Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali arasında bir ilişki olabilir. Ancak bu ilişkiyi “politik” bir sorun olarak kurmak ile ilişkinin kendisine işaret etmenin “politik” bir eylem olduğunu söylemek arasındaki uçurumu fark etmenin zamanı gelmedi mi hâlâ?

Seçim döneminde Hillary Clinton havayı kirleten bazı üretim tesislerini “çevreci” hassasiyetlerden ötürü kapatacağını söylerken, Trump “Orada çalışan işçileri ne yapacaksın?” diye efeleniyordu. Kim haklı bu durumda; nasıl cevap verebiliriz/vermeliyiz bu soruya?

Haftaya, yanıt bekleyen soruları çoğaltmaya devam edelim…



[1] Bauman, Z. (2012). Siyaset Arayışı. İstanbul: Metis.