Akılda Israr
Barış Özkul

Jürgen Habermas, postmodernist ve postyapısalcı düşüncenin modernitenin doğurduğu rasyonalite ve hukuk anlayışını reddetmesi karşısında “postmodernistlerle premodernistlerin ittifakı”ndan söz ederken doğru bir noktaya temas ediyordu. Modern Batı demokrasilerinde sivil özgürlüklerin, evrensel akıl ve insan hakları anlayışının, biçimsel/formel hukukun “burjuva kazanımları” olarak yaftalanıp kenara atılamayacak kadar önemli olduğunu biliyordu Habermas: Ciddi mücadeleler sonucunda elde edilen bu kazanımları yok saymak yerine derinleştirmek gerekiyordu. Aklın eleştirisi bir akılsızlık savunusuna, hukukun eleştirisi bir hukuksuzluk/kuralsızlık güzellemesine dönüştüğünde modernitenin “ilerisi”ne (post-modernite) değil “gerisi”ne (pre-modernite) düşüleceği gibi bu durum en çok hislere ve “içgüdü”lere hitap eden faşistlerin işine yarayacaktı.   

Neydi o halde modern aklın açmazı? Aydınlanma projesi neden iflas etmişti? Habermas, burada Weber’e başvurur ve kültürel moderniteyi bir zamanlar din ve metafiziğin taşıyıcısı olduğu tözel (substantif) aklın üç özerk alana (bilim, ahlak ve sanat) ayrışması olarak tanımlar. 18. yüzyıldan itibaren dinin ve metafiziğin sorunlarının yerini hakikat, hukuksal/normatif haklılık, sahicilik ve güzellik sorunları alırken geçerlilik ölçütleri de bilgi, adalet-haklılık, beğeni-zevk temelinde belirlenmeye başlamıştır. 19. yüzyılda bilimsel söylem, ahlak ve hukuk teorisi, sanat ve edebiyat eleştirisi kurumsallaşırken kendi uzmanlık alanlarını ve uzman zümrelerini yaratmıştır. Habermas, Aydınlanma’nın açmazının tam da bu noktada başladığını düşünür. Aydınlanmacı-rasyonel akıl, evrensellik iddiasına uygun olarak gündelik hayatın parçası olacağı yerde uzmanlar ile sıradan insan arasındaki mesafe günbegün açıldığı için Aydınlanma projesi elastikiyetini giderek yitirmiştir (kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut işbölümünü sürekli yeniden üretmesi ve yeni ihtiyaçlar icat ederek derinleştirmesi de bunda etkili olmuştur): “Bilim, ahlak ve sanatın ayrışması sadece uzmanların meşgul olduğu özerk segmentlerin ortaya çıkışı ve bu segmentlerin gündelik iletişimin yorumbilgisel döngüsünden uzaklaşmasıyla sonuçlanmıştır.” [1]

Peki, böyle oldu diye Aydınlanma’nın ve rasyonel aklın hedeflerinden vazgeçmek mi gerekir? Eğer vazgeçeceksek, yerine ne koyacağız?

***

Habermas’ın anlattığı süreç her yerde aynı şekilde gelişmemiş, aynı doğrultuyu izlememiştir. Orta ve Batı Avrupa’daki Aydınlanma-modernleşme süreçleri ile Osmanlı’nın eksik modernleşmesi bir tutulamaz. Batı’daki modernleşme/Aydınlanma süreçlerine hâkim olan düşünce dinamikleri burada hiçbir zaman tam anlamıyla kurulamadı. Yine de hem sorunlar hem de kazanımlar bakımından bazı benzerliklere işaret edebiliriz: Kemalist rejimin sacayaklarından biri üniversite iken diğeri de yargı idi ve bunlar esas itibarıyla statü göstergeleri olduğu için Habermas’ın teşhis ettiği sorun -Aydınlanmacı aklın belli zümrelerle sınırlı menzili- burada da kendi kulvarını açmıştı. Diğer yandan özellikle bilim ve hukuk alanında yarım yamalak ve eklektik biçimde de olsa ithal edilen önemli kazanımlar vardı (üniversite reformu, medeni kanun v.b.) ve bunlar askerî darbe dönemleri dışında muhafaza edildi. 

Bugün ise “aklın” bütünüyle askıya alındığı bir süreçteyiz. “Subliminal mesaj” verdikleri için darbeye iştirak etmiş sayılan Altan kardeşlerden, Ahmet Şık gibi onurlu bir gazeteciye, Kadri Gürsel’den Turhan Günay’a kimin niçin tutuklu olduğunu “akıl” sınırları içinde izah etmek mümkün değil. En temel hukuk ilkeleri hakkında (ister modern-liberal hukuk ister İslâm hukuku olsun) sağlıklı bir tartışma yürütmek siyasi iktidarın işine gelmiyor. Modern hukuk “Yasak ağacın meyvesi de yasaktır” şiarını esas alır. Yani delillerin toplanması ve ceza soruşturması sırasında uyulması gereken usuller ihlal edildiyse o dava esastan çöker. Günümüz Türkiyesi'nde bu tür ilkeler AKP iktidarının umurunda olmadığı gibi ilkelerin değil hadiselerin peşinden sürüklenen geniş bir kesimin de umurunda değil.

Siyasetbilimi literatüründe, içinde bulunduğumuz dönemi tanımlamak için “post-truth” v.b. terimler öneriliyor. Buna göre rasyonel hakikatin önemli olmaktan çıktığı; siyasetin karizma, propaganda, popülist belagat gibi ölçütler etrafında yapıldığı yeni bir dönemdeymişiz. Gözlem doğru olsa da olgunun ne yönüyle “yeni” olduğunu anlamak zor. Gözümüzün önünde cereyan eden olguları akla dayalı değer yargılarıyla yorumlamak (ve dolayısıyla taraf olmak) yerine bir terminoloji ve adlandırma sorununa indirgemek zor sorulardan kaçmanın "bilimsel" yoludur... Oysa Hitler’den Mussolini’ye 20. yüzyılın faşist liderleri için hem yaşadıkları dönemde hem de sonrasında bütün bu yakıştırmalar (belagati güçlü, karizmatik vb.) yapıldı ve insanlık bu özelliklerin kendi başına değerli olmadığı gibi faşizan bir lider kültüyle birleştiği takdirde son derece zararlı sonuçlara yol açabildiğini acı tecrübelerle öğrendi. Bugün de kolay olan aklın ve hakikatin askıya alınmasını kabul etmek; zor ve kalıcı olan ise akıl ve hakikatte ısrar etmek.


[1] The Norton Anthology of Theory And Criticism, (ed. Vincent B. Leitch), "Jürgen Habermas", s. 1744, Norton, 2001, çeviri bana ait. Antolojinin bu bölümü Habermas'ın fikirlerine dair toparlayıcı bir tartışmayı içeriyor.