Arada Kalanlar (I)
Derviş Aydın Akkoç

Behçet Çelik, Yolun Gölgesi adlı son kitabında riskli bir söylemsel alanda dolanıyor: memleketin yakın dönem siyasal ve toplumsal olaylarını edebiyat düzleminde temsile kavuşturmaya çalışarak. Bireysel ve kolektif zihinleri darmadağın eden, mevcut analitik konformist çerçeveleri söküp atan, teorik bakışları körleştiren siyasal olayları ve hakikatleri (Ortadoğu’daki iç savaşlar, Kürt vilayetlerindeki hendek harpleri, sokağa çıkma yasakları, gömülemeyen, yakılıp kavrulan cesetler, mülteci akınları vb.) edebiyat sahasında dile getirmeye kalkışmak: Son dönemde olup bitenleri, artçı etkileriyle birlikte dilde temsil etmek, görünür kılmak mümkün müdür? Edebiyatçı dilin neresine hangi gerekçeyle konumlanacak, sözünü nasıl kotaracaktır? 

Behçet Çelik söz bahsinde riski göze almış bir yazar. Daha baştan –öncelikle yazarını- huzursuz eden bir gerilimle yol alacağının farkında. Aktüel siyasal fenomenlere ilişkin edebi-estetik sözün kurucusu olarak kendi konumunu/yerini enine boyuna dert ettiği çok açık: Dil temsil edileni olduğu kadar temsil edeni de ifşa eder. Behçet Çelik sahtekârlığa düşmemek, Orhan Koçak’ın ifadesiyle “yalansız bir bölgede” sözünü söylemek için edebi-estetik üretimini etik bir tavrın refakatinde icra eder. Bu etik tavır taşkafalı reel-siyasetçilerde görülmez, edebiyatçıların bir kısmı da maalesef bundan habersiz. Etik tavırdan kasıt: Sesin ve sessizliğin, ifade edilebilir olanla ifade edilemez olanın, susmanın ve konuşmanın sınır bölgelerine doğru temkinli cümlelerle ilerleyen, belli ki sınırın öte taraflarına da bakan ama etik sorumluluğu icabı tam da durması gereken yerde duran, demek söz akışını kesen; “başkalarının başına gelmiş” travmatik-acı deneyimleri anlatmanın yahut göstermenin cezbine kapılmayan, politik-pornografiye karşı uyanık, daha ziyade olaylara tanıklık edenlerin “ruh hallerini” irdeleyen, bu esnada bir ruh halinden diğerine geçişin anlık röntgenlerini çeken, kadrajını iyi ayarlamış bir stratejiyle dil kullanmak...

***

Behçet Çelik’in kitabında estetik kadraja girenler genellikle siyasal olayların, bu olaylara neden olan iktidar uygulamalarının dolaylı muhatapları: failler değil, şahitler; ölüler değil, hayatta kalanlar; eylemde etkin olanlar değil, pasif kalmak zorunda olanlar. Genişçe bir küme bu. Belli bir toplumsal duyarlıkla donatılmış bu kümenin özneleri “olaylar karşısında” çaresizdirler. Bu çaresizlik, adeta merkezi bir “ruh hali” olarak, “arada kalma” duygusunda açığa çıkar en çok da. 

“Yolun Gölgesi” öyküsünün karakteri Engin “bir yere” gider, bir şeyler görür, geri döner, ama derinden sarsılmıştır. Görülenin ne olduğu açıkça dillendirilmez, görenin hali görülenin yarattığı dehşeti duyurmaya yeter: “Gitti, gördü, döndü, gövdesi durdu, çulu çaputu yıktı, ruhu da –varsa- hiç yola çıkmamış gibi çöktü odanın bir köşesine.” [1] Neredeyse bütün öykülerde, adeta harabeye dönmüş, ağrılardan ve sızılardan bitap düşmüş yorgun bir “gövde” vardır, ama bu gövdenin “ruhu” şüphelidir artık: “varsa”. Bir ruh elbette vardır ama tıpkı gövde gibi ruhun da “çulu çaputu” savrulmuştur. Bitkin, donuk, reflekssiz bir varoluş iki kutup arasında salınım halindedir: “Hem hiçbir şey yapmak istemiyor hem de yerinde duramıyordu, iki uçtan çekiştiriliyormuş gibi. Tuhaf bir de telaş; geçmeyecek, alışmayacak, hep böyle tetikte, kalkmakla oturmak arasında kalacak.”

Kalkmakla oturmak arasındaki bulanık bir alana tıkılmış gibidir Çelik’in karakterleri. Keza “Dil Azabı” öyküsünün karakterinin ziyarete gittiği arkadaşının evindeki tedirgin durumu: “oturmanın son ânıyla kalkmanın son ânı arasında kalakalmışım, saniye kolu takılmış, zaman tekrara düşmüş.” Orada müdahale edilemeyen bir şeyler oluyor, olup bitenlerin serpintileri buraya da sıçrıyor, özneler halihazırdaki “ara pozisyonlarına” daha da kilitleniyorlardır. Behçet Çelik’in öykülerindeki arada kalma duygusu –fazla deşilmemek kaydıyla- “boşluk duygusu”na da teyellenir. Bununla birlikte, “eşya” ile ilişkinin de ürkütücü, düşmanca bir veçhesi vardır. “Yolun Gölgesi”nin Engin’i taştan oyulmuş bir şekerliğe uzanır, ama doğru düzgün tutamaz, kavrayamaz onu:

“Sıkıca tuttu, taşı hissetti, ağırlığını; ama tam olarak tutamamış gibi bir his, avucuyla şekerlik arasında bir boşluk, belki de bilemediği başka bir şeyin, -neyin?- yarattığı bir doluluk, öyle ya da böyle, dün, önceki gün, daha öncesi, bir şeyi tutup dokunduğundaki gibi değildi sanki. (...) Bir rüyadan uyanamamak gibiydi, sıkışıp kalmıştı, arada bir yerdeydi, ne oradaydı ne öbür yanda, hem tutuyordu şekerliği hem tutmuyordu. Olur bazen öyle diyesiydi, ama bunun sonsuza dek süreceği hissi vardı bir de, ileride hiçbir gün bir zamanlar –hatırlamaya çalıştığımız rüyanın zihnimizden uzaklaşma hızıyla daha da gerilerde kalan bir zaman dilimiydi bu ‘bir zamanlar’- tuttuğu gibi tutamayacaktı hiçbir şekerliği.” (s. 20)

Afallamıştır karakter, “belki hâlâ yoldadır”, dönüş yolunda, ama öyle de olsa “sıkışıp kalmıştır”, artık ne orada ne de buradadır. Afallatıcı etkileriyle ”bazıları” –ad verilmez– öykünün sonunda zikredilir. Eski Ahit’teki “yağmur iyinin de kötünün de üzerine yağar” sözündeki eşitlik söylemini de çağrıştıran “göğün adaleti” sözü “yeryüzündeki adaletsizlikle” kapıştırılır, hayaletimsi “bazıları”na istinaden: 

“Yukarıdan bir yerlerden buz rendeleniyor gibiydi, kar değildi yağan, iri soğuk su damlalarıydı. Yüzüne değmiyor, düşmüyor, çarpıyorlardı. Göğün adaleti. Rüzgâr yön değiştirip duruyordu, kim ne yana giderse gitsin, kaçarsa kaçsın, payına düşeni alacaktı. Göğün eşit pay etmesinin ne anlamı vardı, yerde herkesin giysisi, barınağı, yurdu, ocağı başkayken; bazıları için sırtını rüzgâra çevirip korunmak mümkün, bazıları için geldikleri yöne dönmek asla mümkün değilken.” (s. 22)

Göğün adaletinden olduğu gibi yeryüzünün adaletsizliğinden de kaçış yoktur, o da herkesin üzerine yağacaktır; çoktan yağmıştır bile, ne yana kaçılırsa kaçılsın, nafile.

***

Behçet Çelik Yolun Gölgesi’nde –tıpkı Kafka gibi- kaçışın, korunaklı ve kişiyi suçsuz çıkaran herhangi bir “yere” yerleşmenin imkânsızlığının bilinciyle, “arada kalmış” insanların varoluşlarına eğilir. Karanlık, şakası nadir, hatta olanaksız; ıslak ve koyu öykülerdir. Eve hapsolmuş (“haftalardır kapandığım evden”), kimseye tahammülleri kalmamış, kendi benliklerine gömülmüş, gündelik hayatın boğucu rutininde devinen, hareket alanlarını genişletmedikleri gibi bu alanları giderek daralan insanların gövdeleri ve ruhları gibi dil ilişkileri de sakatlanmıştır tabii... 

***

Bu koridordan, Yolun Gölgesi’ndeki “arada kalmış” karakterlerin dille ilişkilerinden devam etmeye çalışacağım...
[1] 1 Behçet Çelik, Yolun Gölgesi, İstanbul: Can Yayınları, 2017, s. 18. Buradan sonraki alıntılarda yalnızca sayfa numarası vereceğim.