Popülizm (III): Anahtar Sözcükler
Aybars Yanık

İngiliz komedyen Tom Walker Brexit referandumu ve ABD’deki Kasım seçimlerinden sonra kamera arkasında öfkeden deliye dönmüş bir biçimde şunları söylüyordu.

“Demokratlar neden şokta? Böyle birine yenilmek için tam olarak ne kadar boktan olman lazımdı? Sanders neredeydi? Niye aday o değildi? Yıllardır bankalara yamanıp şirketlere yakın duran bir aday, arkadaşlarına ‘açık ve gizli’ kişilikleriniz olsun diyen, yani ‘Cahil halka doğruyu söylemeyin, yoksa soyamazsınız,’ diyen biri… Ne sandılar ya? Herkesin ağzı açık kalmış durumda. Bu solun yediği bir halt; ben ve benim gibilerin. (…) Sol argüman üretmeyi bıraktı. Clinton bile solcu sayılıyor (…) Ama Trump’tan daha iyi… Kusura bakmayın ama bu yetmiyor (…) Trump değişimi temsil ediyor. Korkunç da olsa bir değişim. Trump’a oy veren herkes ırkçı veya cinsiyetçi değil. Milleti yaftalayıp kazanamayacağımızı anlamak için daha kaç kere kaybetmemiz gerekiyor? (…) [Hilary Clinton] İnsanları ikna edeceğine ünlülerin desteğini almaya uğraştı. Demek ki neymiş, Beyonce ve Jay-Z’nin siyasi zekâları önemsizmiş. Bu sonucun sorumlusu soldur çünkü sol artık başka dünya görüşlerinin kabul edilemez olduğuna karar verdi. Çünkü kültür savaşını sol kazandı. Sağcıysanız kötüsünüz, sapıksınız, ırkçısınız, aptalsınız. Peki, hakkında böyle konuştuklarınız size nasıl oy verecek sanıyorsunuz? İnsanlar hakkında böyle düşündüğünüzü bilip susuyorlar ama sandığa kadar… Orada utanma yok, hakarete uğramak yok. İnsanları susturulma korkusundan konuşamaz hale getirdik. Bunu sol yaptı. ‘Böyle konuşamazsın,’ diyen her solcu bu kültürü besliyor. Sızlanmayı, ağlamayı bırakın. Rakiplerinizi görmezden gelmeyi ve susturmayı bırakın. Üniversitede konferansa gelenleri susturmayı bırakın. Facebook paylaşımlarını siyasi eylem sanmayı bırakın. Guardian okuyarak solcu olduğunuzu sanmayı bırakın. Greepeace retweet’leyerek karbon ayak izinizi azalttığınızı sanmayı bırakın. Tartışmaktan kaçmayı, kendi köşenizde izole olmayı bırakın, tartışmaya katılın, insanları ikna etmeye çabalayın… Size katılmayan herkesi cinsiyetçi, ırkçı, kötü ve aptal sanmayın. Konuşun onlarla, ikna edin! Bunları yapmayı bırakmazsanız size ne olur söyleyeyim: Başkan Trump olur!” (italik vurgular bana ait).

Politik doğruculuğun “uç” bir yorumunun, günümüzde siyasi tartışmanın “veba”sı olduğunu söylemek abartılı olmaz. Daha doğrusu, sorun, onun herhangi bir yorumunun değil de, bizatihi kendisinin bir siyaset tarzı olarak, siyaseti ikame ettiği, tam da Walker’ın “İnsanları susturulma korkusundan konuşamaz hale getirdik,” lafıyla sonuçlanan hal… Biraz “geyik” yapan ama meseleyi gayet iyi özetleyen şu videoya bakın derim. Oyunun kurallarını belirleme gayretinden oyunu oynamaya takatin kalmadığı bir darlık; klostrofobik bir siyasal alan…

***

Shameless adlı diziden bir sahne. Aktaracağım sahne, Chicago’nun varoş bir mahallesinde -üstelik de yavaş yavaş ikinci ve üçüncü nesil kahvecilerin açıldığı, yeni zenginlere cazip hale gelmesi için dönüştürülen, yani “soylulaştırmaya” [gentrification] maruz kalan bir mahallede- geçiyor. Mahalleye yeni taşınan lezbiyen çift, hemen yanlarında oturan mahallenin eskisi Yanis’in köpeklerinden, motorunun çıkardığı sesten, bahçesindeki paslı arabadan ve türlü çeşit dağınıklık ve pislikten şikâyetçidir. Bunun üzerine Yanis’i, yine aynı mahallede oturan arkadaşı Kevin’a şikâyet ederler, onun Yanis’i ikna edebileceğini düşünerek. Aynı zamanda Yanis’i polise şikâyet etmek maksadıyla mahalleliden imza toplamaya çalışırlar, komşuların kapısını çalarlar. Kapısı tıklatılan Kevin motor sesine öyle alışkındır ki, onlara hangi sesten bahsediyorsunuz diye sorar. “Burası getto,” der, “her türden ses olur.” Çift, “Burası getto değil, evimiz,” diye karşılık verir. Kevin, imza vermez ama Yanis ile konuşmaya ve olayı tatlıya bağlamaya gider. Aralarında geçen diyalog şöyledir:

“Motorunun sesi çok çıkıyor. Bence azalt. Mahalledeki insanlar şikâyetçi.”

“Mahalledeki insanlar… Kimmiş onlar, lezbiyenler mi? Onlar bana ne yapacağımı söyleyemez… Her şeyimden, bahçemden, köpeklerimden, evimin renginden bile şikâyetçiler. Polisi arıyorlar beni şikâyet etmek için… Bu zengin lezbiyen orospular herkesin işine karışıyor.”

“Yanis, insanların cinsel yönelimleriyle senin motorunun sesinin ne ilgisi var? Bir orta yol bulmalıyız.”

“Orta yol bulmalıymışız. Yirmi altı yıldır bu evde yaşıyorum ben. İlk sevgilimle bu evde seviştim. Annem bu evdeki tuvalette öldü. Kimseden bir şikâyet gelmiyordu eskiden. Polisi ararlarsa, lezbiyen filan dinlemem, gider onları sikerim!”

Daha sonra köpeklerini, kayıtları olmadığı ve çevreyi pislettikleri gerekçesiyle barınağa şikâyet edip aldırırlar. Yanis öfkeden deliye döner…

Yanis’in asıl öfkesi, talebini ifade ediş biçimiyle talebinin arasında bir boşluk bırakacaksak -bırakmalı mıyız!-, aslında tam olarak nereye yoğunlaşıyor, yerleşiyor? Şöyle de sorulabilir: Yanis’in rafine olmayan gündelik faşizmini köpürtmeyecek yahut onun “cinsiyetçi” bir homofobik olduğunu söylemekle yetinmeyecek bir siyaset, tam da bu sahneye nasıl dahil olabilir? Tartışacağım üzere, Nancy Fraser’ın “ilerici neoliberalizm” diye adlandırdığı süreci kavramadan, yani “meritokratik” eklemleme mantığı anlamadan, bu sahneyi anlamlandırmak, “Hobson Seçimi”nin ötesine gitmez gibi görünüyor.

***

“Kara Şövalye Yükseliyor”da Gotham’ın “kötü” olarak resmedilen karakteri Bane, insanları “yozlaşmış” elitlere karşı seferber ettiği konuşmasında, adaletsiz bir biçimde hapiste yatan mahkûmların olduğu hapishanenin önünde şunları söylüyor:

“Gotham’ı zenginlerin ve zalimlerin elinden alıyoruz. Nesiller boyu sizi ezmek için yalanlar sunan zalimlerinden elinden… Ve size, halka, geri veriyoruz! Gotham sizindir. Buna kimse karışamaz. Dilediğinizi yapın… (…) Güçlülerin ellerinden malları alınacak. Onları bizim bilip katlandığımız soğuk dünyaya atacağız. Mahkemeleri kuracağız. Malları bizim olacak. Kan dökülecek! Polis gerçek adalete hizmet etmeyi öğrenebilirse, hayatta kalacak. Bu şahane şehir, ayakta kalacak ve Gotham kurtulacak!”

Bane bir haydut olabilir ancak bu etiketleme, şu durumu değiştirmiyor: Politika yapmanın bürokratik bir faaliyetin ötesine geçemediği, insanların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olamadığı, değersiz ve kıymetsiz hissettiği, başka bir deyişle, siyasetin “aşırı” rasyonelleştiği bir durum, politikanın aynı zamanda “duygulanımsal bir yatırım” boyutu olduğunu ıskalar. Bu duygulanımsal boyutun “irrasyonelliği” ile demokratik kurumsallaşma arasında zıtlık kurarak liberal siyaset mantığını meşrulaştıranların ve günümüzde “popülist siyaset tarzını” bir araz olarak kodlayanların ıskaladığı boyut, politikanın tam da bu inşacı boyutudur: Bilgisayardan virüsleri temizlerken, bilgisayarı ayakta tutan “sistem dosyası”nı da silmek gibi...

***

Son sahne, meşhur Black Mirror’dan… Bölümün adı “Waldo Moment”. Waldo, sanal bir ayıcık karakteri. Arkasında onu seslendiren ve hareket ettiren biri var. Temel fonksiyonu, seçimlere girecek iki büyük adayla (İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti), bilhassa da Muhafazakâr parti adayıyla alay etmek ve onları insanların önünde küçük düşürmek… Bunu da hiç de yersiz olmayan sebeplerle (insanların temel sorunlarıyla ilgilenecekleri yere finans sermayesinin yalakası oldukları, yozlaştıkları, yolsuzluk yaptıkları, yerleşik elitlerin her yeri işgal ettiği vs.) ancak oldukça "avam“ bir ağızla yapar. Dizinin ilerleyen sahnelerinde, Waldo öyle popülerleşir ki, yaptığı icraatlar Youtube’da izlenme rekorları kırar, parti adaylarıyla canlı yayına katılıp şov dünyasına giriş yapar ve en sonunda o denli popülerleşir ki seçimlere girer… Seçimleri kaybeder ancak oldukça yüksek bir oy alır; fakat Muhafazakâr Parti’yi de iktidar yapar.

Waldo’yu bu denli popülerleştiren dinamik nedir? Hakim değerleri sarsan ama yerine bir değer vaat etmeyen hamlenin başarılı olamasa da tutulması, trend olması, popülerleşmesi, Laclau’nun Hobbes değerlendirmesinde bulunabilir. Birkaç gün önce Kazım Ateş’in değindiği gibi, bir düzensizlik yahut hakim değerlerin yozlaştığı bir durumda, onun yerine konmak istenenin içeriği önemsizleşir, hatta geçersizleşir; onun (herhangi bir şeyin; eşitliğin, özgürlüğün, adaletin, vb.) olmayışıyla kendini var eden bir “boş gösteren” olur. Taleplerin doyurulamadığı bir durumda, talebin kendisinden değil, olmayıştan kaynaklanan “boş gösteren”, kendisini belirli bir yokluk durumunda var eder ki bu da popüler olmaya eğilimlidir. Waldo, popüler olanın içeriğini değil, hakim olanın yozluğunu gösteren bir figür halini alır.

***

Popülist siyaseti nihayet tartışmaya başlamak için anahtar kavramlarımız belirlenmiş durumda: Politik doğruculuk, rasyonelleşmiş siyaset, “ilerici neoliberalizm/meritokratik mantık” ve popülerleşmenin cazibesi.

Artık, bu anahtar sözcüklerle iş görmeye başlayabiliriz…