Vicdan (I)
Erdoğan Özmen

Nasıl adlandıracağımızı bilemediğimiz ne çok şey oldu son zamanlarda. Üzüntüden, dehşetten, şaşkınlıktan konuşamaz halde kalakaldığımız ne çok olay. Bitmek bilmedi bir türlü. Çocukların topluca istismarından ölülerin taşlanmasına, ölü çocukların analarının kalplerinin meydanlarda vahşice çiğnenmesinden sokaklarda bekletilen yaşlı insan cesetlerine. İnsanlar ölürken pornografik ve neşeli duvar yazıları yazmaktan incecik çocukları döve döve öldüren linç güruhlarına. En kaba zulümleri bile sevinçli tezahüratlarla destekleyen, en açık saçık suçları öven korkunç topluluklara… Çığlıkların, acı feryatların, iniltilerin hiçbir karşılık bulamadığı koyu bir karanlık. Sağırlığın, körlüğün en saf hali. Acımasızlığın, merhametsizliğin, kayıtsızlığın…

Hiçbir utanma duygusu taşımayanların, hiç suçlu ve sorumlu hissetmeyenlerin böylesine çoğalması. Doyurulması imkansız bir açgözlülük, gözü dönmüşlük, hırsızlık ve yağmacılığın böylesine kabul görmesi, hiçbir itirazla karşılaşmaması.   

En muhtaç ve çaresiz haldeyken tam bir ıssızlık, kimsesizlik duvarına çarpıp ah bile diyememek. Ah diyecek olmanın beyhudeliğini daha baştan bilmek; umutsuzluğun ve inançsızlığın böylesi. 

Vicdanların çürümesi. Vicdansızlığın ülkesi olmak. Bir durum en çıplak haliyle ortadayken bile iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, gerçek ile sahtenin, iyiliğin ve kötülüğün sınırlarının böylesine karışmış olması nedir ki başka? Küçücük çocukların ruhları ve bedenleri delik deşik edilirken insanı suskunluğa iten şey işte.. kapkara bir vicdanla lanetlenmiş olmak. Bir zamanlar hemen herkesin bir biçimde sahiplendiği asgari ortaklık zeminlerinin böylesine parçalanmış olması ne fena. 

İnsan sorulardan yorulur mu hiç? Biz hangi ara böyle zalim ve kalpsiz olduk sorusunun bile artık anlamının kalmaması.

Vicdanın köklerini müminin kalbinin derinliklerinde ya da yıldızlı göklerde aramamak gerektiğini zaten biliyorduk da, buradaki aşırılıkta yine de ürkütücü ve kavranamaz bir yan yok mu?

***

Peki ne ki vicdan?

Vicdan belki de insanın en temel hücresinde, insan olma serüveninin başlangıcında çoktan içerilmiş haldedir. Hayatta kalma çabasının yamacında gelişen ve ama yine de –belki de– en yüksek zihinsel işlevlerden biridir. Çünkü iç dünyamızdaki ahlakın yasaları, zihnimizde iyi ve kötünün tanınması ve ayırt edilmesi kişiliğimizin en temel çekirdeğini oluşturur. Vicdan bizi hayata, sevgiye ve bağ kurmaya yönelttiği ölçüde haset ve nefretin karşı kutbunda yer alır.   

Hayatta kalmamızın koşulu annenin (ya da anne vekilinin) varlığıdır. Anne-çocuk ilişkisi durağan/sabit bir dengeden ziyade temel bir eksikliğe yaslanan diyalektik bir ilişkidir. İkisini birleştiren, bir araya getiren diyalektik asimetriktir. Söz konusu ilişkide vuku bulan şeyler, çocuğun ve annenin perspektifinden tümüyle farklıdır. Lacan’a müracaatla söylersek: “Çocuk anneden bir şeyler bekler/umar, hatta bir şeyler alır da.. Denebilir ki, yaklaşık olarak, kendisinin olduğu şey için sevildiğine inanıyordur çocuk.” Çocuğunki koşulsuz bir sevgi ve bağlılık talebidir. Bir tür adanma ilişkisidir beklediği, aradığı. Peki, annenin beklediği/umduğu nedir? Çocuğu gerçekten seviyor mudur? Anne çoktan simgesel düzenin aktif bir parçası, dolayısıyla arzulayan bir varlıktır. Arzusunun ayrıcalıklı nesnesi ise fallustur. “Anne çocukta bir tatmin buluyorsa, bu, çocukta kendi fallus ihtiyacını farklı derecelerde yatıştıran bir şey bulduğu içindir.” Yani, en temel ilişki karşılıklı ve ahenkli olmak şöyle dursun daha baştan kurucu bir asimetri, dengesizlik ve eksiklik/fazlalıkla, apayrı fantazilerle işaretlenmiş/sakatlanmış haldedir.

Ama başka (belki de daha derin) bir düzeyde bambaşka bir şey cereyan etmektedir. İnsan olma hikayemizin büyük bir iyilik jestiyle başlamasıdır bu. Dünyaya geldiğimiz ilk anda, açlıktan örneğin, kahredici bir acıyla kıvranırken bizi içine çeken ve saran annenin şefkatiyle… Böyle yerleşiriz kainata, eşsiz bir güven duygusuyla. İnsana inanırız. Onun sıcaklığına, merhametine sığınırız, bizi yüz üstü bırakmayacağını bilerek. İnsanın içinin sonsuz genişlediği, ferahladığı ve vicdanın en saf haliyle bedene kazındığı o kısacık anlardır işte. Çünkü tüm bunların bir hakikat değeri kazanması, bir şükran vesilesi olması söz konusu ikili ilişkinin kozasından çıkıldığı ölçüdedir. İlk bağlanma, canlı varlığımın bu dayanağı ve matrisi ne ölçüde güvenli, istikrarlı ve temin edici ise o ölçüde ilerleyecektir bu süreç. Tam bir müştereklik ve mütekabiliyetin, eşitlik ve eşit hakların, müşterek ve karşılıklı esenliğin ve iyiliğin ilk kez gözetildiği ve keşfedildiği zemindir burası. Vicdan bireysellik niteliği edinmiş zihnin işlevidir. Bu yüzden, annenin yokluğunda ortaya çıkan ilkel ruhsal parçalanma ve terk edilme korkuları ayrılığı imkansızlaştırarak, kendi içine gömülmüş bir zihin durumuna yol açar.

Demek vicdanın filizlenmesinin koşulu temeldeki asimetrik güç ilişkisinin, tabiyet ve teslimiyetin, efendi/köle konumlarının “aşılmasıdır”. Bir karşılıklılık ve ortaklık arayışından, ilkel emosyonel deneyimlerin bilinçli düşünce içinde kapsanması çabasından neşet eder vicdan.

Kendi varlığımızın tam kalbinden yükselen ve varlığımızı bölen çağrıya, demek kendine sadık olmaktır vicdan. Kendi için hakiki olmaktır bu. Temel tabiyet ve bağlılığımız dışsal bir efendiye/efendilere ise o çağrıyı duymayız bile. Vicdanlar en önce, bu yüzden sağırlaşır.

İnsan olmak çünkü, tam gerektiği yerde tam zamanında bulunabilmektir. Biri acılar içindeyken, düşmüşken ve muhtaçken, kıvranıyor ve inliyorken tam orada olmaktır.

“Cadde tarafından her zamanki uğultu geliyordu. Çarşambanın uğultusuydu bu, işe giden insanların, dükkancıların, işportacıların, işsiz güçsüzlerin uzattığı eldi bu, düşmesin diye ihtiyarlar kendi çukurlarına. Uzanıp tuttu bu eli.” [1]

Komünizm fikrinin/idealinin insanlığın vicdanını temsil etmesinin temelinde de aynı şey yok mudur? Kayıtsız şartsız bir eşitlik ve ortaklık arzusuna yaslanmaktır bu.


[1] Barış Bıçakçı, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, İletişim Yayınları, 2016, s. 92.