Popülizm (IV): Popülizmin Kötü Şöhreti
Aybars Yanık

Kimlere yahut neye popülist deniyor?

Buna verilen cevap iki temel hattan besleniyor: İlki, daha ziyade rejimlere değil, figürlere ve liderlere bakarak popülist tanımlaması yapmaktır. Karizmatik otoriteye sahip, otoriter ve güçlü liderler… İkincisi, basitçe, yine bir liderin kendisini destekleyen çoğunluğa dayanarak ve meşruiyetini oradan kurarak rejimin sahip olduğu frenleme ve dengeleme mekanizmalarını -“demokratik mekanizmaları”- aşındırdığı bir siyaset tarzı. Bu iki temel damar, popülizmin kötü şöhretini de garanti etmiş gibi görünüyor.

İlk değerlendirmeyi genellikle Avrupa ve Amerikalılar dikkate alıyorlar. Popülizm tartışmalarının mütemadiyen liderler, figürler ve onların söyledikleri üzerinden ilerlemesi bu nedenledir. İkincisi, biraz daha “biz”e has. Sözlük anlamından da anlaşılabilir: “Politik durumu dramatize ederek halkın ilgisini uyandırmak amacıyla yapılan politika.” Yani, “halk yardakçılığı”.[1] Bir siyaset tarzına, politika yapma biçimine referansla açıklanıyor. Aslında, popülizm sözcüğünü karşılamaya en yakın gibi duran ama katiyen karşılayamayan “halkçılıkla” taban tabana zıt bir anlamı var. Halkçılık, malûm, altı oka referansla, tek parti dönemini çağrıştırır. Halkın kendini ilgilendiren kararlara katılamadığı, yani fail olamadığı fakat nesne olarak kıymetli olduğu, rasyonel bir tasarım olarak halk; halkçılığın “halk”ı. Gelgelelim, popülizm kötü şöhretini sözlükten aktardığım anlamına borçludur, “halkçılığa” değil. Bunun için popülizm üzerine en derinlikli kuramsal incelemeyi yapmış olan Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine adlı kitabında Kemalizmin altı okunu ele aldığı kısma bakalım:

“… ‘halk’, demokratik talepler arasındaki eşdeğersel bir etkileşimin toplumsal çökeltisi olmak yerine, her talebin ifade ettiği özdeş tözün belirleyicisi sayılan bir iktidar merkezi tarafından önsel bir homojen varlık olarak varsayılırsa ne olur? Bu durumda, eşdeğerlik zinciri içindeki her demokratik talebe içkin olan içsel bölünme çöker; ‘halk’ içsel farklılıklarını yitirir ve tözsel bir birliğe indirgenir. (…) Türkiye’de olan budur ve Kemalizmin neden radikal bir kopuş söylemi olabildiğini ama hiçbir zaman popülist olmadığını açıklar.”[2]

Ahlâki bir birlik olarak, tasarlanan bir proje olarak halk kavrayışı, yani bilindik ifadeyle “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak “halk” söz konusu. Oysa eşdeğerlik zincirini mümkün kılan, “fark” mantığıdır. Laclau’nun bahsettiği tözsel birlik, fark mantığını daha en başından geçersizleştirir. Bu satırlar, popülizmi kavrayabilmenin neden içeriğe dair değil, daha ziyade bir biçime, tarza ve mantığa dair olduğunu da kanıtlar.

Popülizme kötü şöhretini kazandıran içeriği olarak görülüyorsa, bu içeriğin bileşenleri nelerdir? Popülizmi içerdiğine göre tanımlama eğilimi semptomatik bir okumadan beslenir ki bunun adına “demokrasi yokluğu” da diyebiliriz. Buna göre popülizm demokrasinin henüz kökleşemediği modernleşme sürecini tamamlayamamış toplumlarda yeşerebilir. Temsilî kurumların işlevsizliğinden faydalanır. Bir nevi “mafyatik ağı” çağrıştıran himayeci bir tasavvur burada devreye girer: Bireylerin yurttaş olarak görülmediği, hakim rejim tarafından dışlandığı durumlarda, onu yerleşik elitlere, kurulu düzene, oligarşik iktidara karşıtlık içerisinde kurar ve seferber eder. Bu bir özneleşme ânı olarak görünür ancak seferber edilenlerin sisteme eklemlenmesi “karşılıklılık” ve “şarta” bağlıdır; seferber edenlere destek oldukları oranda “özneleşebilir”, himayeci ağın içerisinde var olabilirler. Varlıklarını bu ağa borçludurlar ve ihtiyaç duydukları kaynaklara ancak bu şartları sağlarlarsa erişebilirler. Dolayısıyla “özneleşebilmeleri” ağa dahil olmalarına, ağa dahil olmaları iktidarda bulunanları desteklemelerine bağlıdır. Söz konusu karşılıklılık prensibi güçlendikçe, “sessiz yığınlar” belki de paradoksal olarak iktidarsızlaşır, özne vasıflarını yitirirler. Bu ağı kurabilen iktidarlar ise demokrasiyi temelde dört cepheden tehdit eder: halkın egemenliği söylemini öne çıkararak (liberal) demokrasilerin temeli olan hukukun üstünlüğünü aşındırırlar; yasama ve yargı gibi dengeleyici mekanizmaları halkın erdemlerinin ve hedeflerinin önünde bir engel olarak görüp talileştirirler; karmaşık toplumsal meseleleri anti-demokratik hasmane söylemlerle basitleştirip kolay açıklanabilir hale getirirler (bunlar terörist!, bunlar hain!) ve son olarak “organik bir toplum” varsayarak -kurarak ya da inşa ederek değil, böyle bir toplumun “zaten” reel olarak mevcut olduğunu varsayarak- yozlaşmış seçkinlere karşı “memleketin öz evlatlarını” temsil ettiklerini iddia ederler.[3]

Yukarıdaki şartlar bir iktidarın performansıyla eşleştiğinde, popülist/popülizm olarak adlandırılır ve demokrasiden sapıldığının alameti olarak okunur ve örneğin, halkın egemenliği gibi demokrasinin belki de en asli unsuru sayılabilecek ilke, demokrasiden sapmanın en önemli göstergesi haline gelir.

Saydığım bu dört maddeye her ideolojide, hemen her hükümet biçiminde az ya da çok rastlanabileceğini söyleyebilirim. Gelgelelim popülizmle özdeşleştirilen bu eksenlerin popülizmle ilişkilendirilmesinin nedenine dair mantıklı bir açıklama göremiyorum. Halkın bu biçimde seferber edildiği her durumu popülizm olarak mı adlandıracağız/adlandırmalıyız? İlla bir tanımlama gerekiyorsa neden sağ, aşırı sağ, muhafazakâr siyaset diyemiyoruz da bu eksenleri kıyısından köşesinden içeren her harekete, partiye, figüre popülist diyoruz? Sanırım, “halkın egemenliği”, “halk”ı yalnızca ekonomik krizlerde kemer sıkan bir birim olarak anlayanlara ürkütücü geliyor. Halksız ve kusursuz teknokratik rejim hayalinin kurulduğu zamanları yaşıyoruz ve galiba hemen her radikal hareketin ve direnişin popülist olarak kodlanmasını bu kıymetli hayalin sekteye uğramasından duyulan endişeye borçluyuz. “Organik” bir halkı temel alan ancak onu temsil etmekle yetinen ve bir şebekeye dahil olduğu oranda onaylayanlara neden sağ, aşırı sağ, otoriter vb. denmiyor da popülist deniyor, çok anlaşılır değil, kavramların kullanımındaki enflasyona rağmen…

Halk kategorisini rehin alarak politika yapanlara neden popülist deniyor diye problematize etmek, esasen sol popülizmin de sınırlarını belirginleştiriyor.

Sol popülizm, halka dayanıp onun adına siyaset yürüten, gerektiğinde onu sahneye davet edip seyirciye alkışlatan, temsil edilebilirliği oranında onu nicel bir kategoriye indirgeyen bir politikalar bütünü veya tarzı değil; inşa ve icat edilecek “halk”ı yeniden ve yeniden özneleşmeye çağıran, kendini etkileyecek kararlarda bu kararların alınmasına katılımı herhangi bir biçimde şart bağlamayan, “halk”ı kurarken halihazır bir “öteki”yi işaret etmeyen, aynı zamanda “öteki”yle birlikte kendisini de kuran ve bu kuruluş süreçlerinin herhangi bir parçasını “projeci” bir gruba/partiye/merkeze devretmeyen bir yurttaş etiği, çoktandır kayıplarda olan “politik sorumluluğun” ve özneleşme idealinin ahlâki meşruiyet zeminidir. Sol popülizm, siyasetin kurucu öznesi olarak, tam da bu öznenin yokluğuyla kendini işlevli kılan, yani bir olmayışın ve eksikliğin (lack) olumlanmasıdır.

İşte bu noktada, popülizm, bize bir yandan politik olanın ontolojik inşasına dair momenti kavramak açısından yardımcı olur, diğer yandan popülizm ile mutlak olarak özdeşleştirilen sağ popülizmin politika mantığına dair ayrıştırmayı da mümkün kılar.

Sağ popülizm, solun dışarıda bırakılarak “toplumun kendi tutarlılığını”[4] sağlama ve idrak etme tarzıdır.

Sağ popülizm, solun olmayışıdır…



[2] Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik, Epos, Ankara, 2007, s. 229

[3] Bu tartışmalar için bkz. Menderes Çınar, “Demokrasi”, Yüksel Taşkın (ed.) Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, İletişim, İstanbul, s. 242-244.

[4] Laclau, a.g.e., s. 88.