Vicdan (II)
Erdoğan Özmen

Vicdanını kaybetmiş bir toplum olmak. Türkiye toplumunun son zamanlardaki acınası hali, baskın davranış, düşünüş ve hissediş biçimleri, kendini düşürdüğü zillet seviyesi başka nasıl adlandırabilir ki? Daha fenası, daha korkuncu nedir, bilmediğimiz bir durum bu. Çünkü, bu yokluk hali, anlamlı her türlü başlangıcı, bir şeyi hakkıyla yapmayı, kendine sadakati, hak hukuk gözetmeyi imkansız kılıyor. İlişkilerimizi ve eylemlerimizi yerli yerine oturtan, onlara sahih ve sahici bir zemin bahşeden hak ve adalet ölçüsünü yok ediyor. Vicdanla çünkü, hakikat tutkusu/dürtüsü bir ve aynı şeydir. Vicdan kaybından, vicdanların kurumasından söz ederken hiçbir ahlak buyruğunun ve ilkesinin artık mümkün olamayacağı derin bir mahrumiyetten, daha vahim bir şeyden söz ediyoruz demek ki. Bugün içine düştüğümüz ahlaki çöküntünün temeldeki vicdan kaybının bir sonucu olmasından: 

“Başka bir deyişle vicdan, ahlaklı bireyi varsaymaz, onun “ilk belirtisi”, başlangıç noktasıdır. Yani ahlakın varsayımıdır… Önce vicdanlı olacaksın ki herhangi bir ahlak buyruğuyla karşılaşabilecek bir yeteneğin, bir gücün olsun…İnsanın dış buyruklara, zorunluluklara “katlanabilme” gücüdür vicdan… Atomlaşmış bir bireycilikten çok uzakta, doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan bir “ilk sorumluluktur.” [1]

Vicdanını kaybetmiş, demek kötülüğü ve iyiliği ayırt etme yeteneği ve vasfından uzaklaşmış ve kopmuş bir toplum aslında kendini çoktan kötülüğe gark etmiş sayılmaz mı? Bir topluluğun en ilkel ve somut anlamıyla hayatiyetini muhafaza edebilmesi, sadece ayakta kalabilmesi için bile zaruri o vicdan kaidesi çöktüğünde, en sıradan hayallere dahi izin vermeyen ıssız bir bataklıktan başka ne kalır ki geride? Hayallerini unutmuş, heves gözeleri kurumuş bir toplum çoktan ölmüş değil midir? 

Tiksintiyle şahit olduğumuz onca melanet, mide bulandırıcı ahlaksızlıklar, aklımıza bile gelmeyen sefillikler tekrar edip duruyorsa eğer, en baştan başlayacağız demek ki. Ruhundaki suçluluk ve utanç kapasitesinin bütün izlerini ve hatıralarını silmeye ahdetmiş bir toplumdan söz ediyorsak şayet… Her bir birey ve toplum için en temel mesele olması gereken suçluluk ve utançla bağını öylesine kopartıvermiş bir toplum iflah olmaz çünkü.

***

İnsanın iç dünyası hiç bitmeyen müzakereler ve kavgaların sahnesidir. Sonraki tüm hayat sahnelerinin, takındığımız roller ve aldığımız konumların ilk kalıbı, örneği orada, iç dünyamızdadır. Bu şu demektir: Hem en karanlık güçlerin, itkilerin, eğilimlerin kaynağı insanın kendisidir hem de insan ancak onlara karşı daimi bir mücadele içinde var edebilir kendini. Bu anlamda vicdan, büyük ölçüde henüz gerçekleşmemiş zihinsel bir potansiyeldir. Sağlıklı bir vicdanın gelişmesinin önkoşulu, en ilkel ve kökensel emosyonel deneyimlerin bilinçli düşünce içinde kapsanmasına ilişkin kapasitedir. Ancak hakiki benlik ile bir temas ve ilişki sayesinde mümkün olabilen bir kapasitedir bu. Erken ve aşırı yoksunluklar ve duygusal travmalar, ebeveynin duygusal kapsama/içermeye ilişkin yetersizlikleri ve duygusal rezonans ve aynalama eksikliği bu gelişmeyi engeller. Böylece iyi ile kötü arasındaki sınır bulanıklaşır. Buradaki kötülük, koruyucu, kapsayıcı ve aynalayıcı bir kalkan ve işlev olarak annenin rolündeki parçalanma anlamındadır. Onun, çocuğun henüz yeterince gelişmemiş ve acılı deneyimlerini kendinin olarak görüp dile getirme ve baş etme kapasitesinden mahrum benliğini destekleme rolü dağılmıştır. Çocuğun bu müşkülatı aşma stratejisi, “kötü”, reddedici, yetersiz ve ensestiyöz olan ve ama bağımlı olduğu ebeyenle özdeşleşme olacaktır. Bu ise, olgun ve sağlıklı bir vicdan yerine ilkel ve cezalandırıcı bir üst-benin (süperego) oluşumuna yol açan süreçtir. 

İlk bakım veren nesneyle, yani mutlak bağımlı olduğumuz anneye dair bu karışıklık iyi ile kötüyü ayırt etme kapasitesinin gelişimini engelleyici mahiyettedir. Söz-öncesi, proto-mental düzeyden kaynaklanan bu karışıklık ve sınır kaybı, emosyonel bağlanma, kapsanma ve aynalanma ihtiyacı ile annenin bu ihtiyacı karşılayamaz oluşu ve yetersizliği arasındaki çatışmada vücut bulur, oraya yerleşir.

Bu karmaşık durum çocuk için tam bir açmaz yaratır. Ya anneye yoğun bir kızgınlık ve öfke duyar, ve bu agresyonun anneyi yok edeceği varsayımıyla –bundan kaçamaz çünkü- dehşete düşer ya da bu akıbetten korumak amacıyla anneyi idealize eder ve kendi idealize edilmiş fantazisiyle özdeşleşir. Bu, çocuğun kendi iç dünyasının gerçekliğini inkar etmesi ve sahte bir benlik inşasıyla sonuçlanır. Bu kavşakta vicdan donar ve oradaki boşluğu mecburen ve çaresizce idealize edilmiş içsel ebeveyn figürünün bir bileşeni ve modeli olduğu ilkel ve zalim üst-ben, bu zihinsel canavar yerleşir.

***

Vicdansızlık ile hayatı amansız bir güç ve iktidar mücadelesinin alanından ibaret görmek arasında derin bir bağ olmalı. Belki de bugünkü iktidarın en büyük başarısı, kendi iktidar ve güç mücadelesini bütün topluma yaymış ve benimsetmiş olmasıdır. Her birimiz hayatı bütün araç ve yöntemlerin mübah olduğu kıyasıya bir iktidar ve güç mücadelesi olarak görüyoruz nicedir. Kaçınılmaz olarak hemen yanı başımızdakini, komşumuzu, yekdiğerini düşman statüsüne yerleştiriverdiğimiz korkunç bir mücadele. Asıl yarılma, işte burada, vicdan kaybıyla iç içe geçmiş toplumun en temel düzeyinde, temel harcında. Sıradan insan ilişkilerine, sıradan bağlara, gündelik alışverişlere, en masum hassasiyetlere saldıran ve onları parçalamaya yönelik bir mücadele bu çünkü. Payımıza, daha bir süre katlanmak zorunda olduğumuz bu lanet düştü ne yazık ki.


[1] [1] Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, (Derleyen; Ege Berensel), Birikim Yayınları, 2009, s. 417.