Popülizm (V): Post-truth
Aybars Yanık

“Gerçek orada bir yerde”. Kulağa pek afilli gelen bu lafın peşine düşelim…

Popülistlerin halka yalan söyledikleri “gerçeğinden” ve halkı “kandırarak” yönettiklerinden pek az insanın şüphesi var. soL gazetesi “halka yalan söylemek suçtur!” sloganıyla çıkıyordu bir ara. Gazetelerin ve gazetecilerin “yalan çağında” bir erdemlilik örneği olarak “hakikati savunması” gerektiği söyleniyor. Anlaşıldığı kadarıyla yalan ile hakikat arasında bir karşıtlık kuruluyor.

Oxford Dictionaries, İngilizcede 2016 yılının sözcüğü olarak “post-truth”u seçmiş. Türkçeye “gerçek-ötesi”, “gerçek-sonrası”, “post-olgusal” diye çevriliyor. Ben “post-hakikat” demeyi tercih edeceğim. Kavram aslında yeni değil, 2004’te Ralph Keyes The Post-truth Era diye bir kitap yazmış. Fakat kavramın kullanımının yaygınlık kazanması İngiltere’de Avrupa Birliği’nden ayrılıp ayrılmama kararının verileceği referandum esnasında (Brexit), daha sonra ise gitgide artarak ABD’de Trump’ın başkan seçilmesi ve sonrasında oluyor.

Kavram şu anlama geliyor: “Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu”. İnsanların olgulara değil, inançlarına ve hislerine göre hareket ettikleri bir evredeymişiz.

***

Post-hakikatin kullanımının yaygınlaşmasını sağlayan bir dizi olayı göz önüne alırsak, belirli bir hakikat düşkünlüğü içerisinde olduğumuz aşikâr. Hakikati işaret etmenin, yalanı ifşa etmenin cazibesi ve karizması var. Bir tür bilgelik de bahşettiği söylenebilir: Sosyal medya âleminde, özellikle Twitter’da floodlarla hakikati söyleyen, “o iş öyle değil!” diyen pek çok hakikat anlatıcısına rastlamak tesadüf değil. Post-hakikat, bir “hakikat” evresini önceleyerek kendisini kuruyor. Doğrusu ben insanlığın denk geldiği böyle bir evreyi hatırlamıyorum. Daha da önemlisi sorunların yalan söyleyen/hakikati inkâr eden politikacıların yalanlarını ifşa etmekle çözülebileceğine dair naif inancın siyasal alanın daralmasının hem nedeni hem de sonucu olduğunu düşünüyorum. Hakikati söylemenin, dile getirmenin, hakikat şudur demenin, ifşa etmenin başlı başına anlamsız olduğunu söylüyor değilim ancak bu tutumun enerjisinin sınırlılıklarına işaret etmenin siyasal alanı yeniden kuracak bir söylemin dinamiklerini gösterebileceğini söyleyebilirim. Ahmet Murat Aytaç’ın Ayrıntı Dergi’nin “Yalan” dosyasındaki söyleşisinde söylediği gibi, “Hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur, hakikati savunmak gerekir.”[1]

***

Toplumsal ve siyasal meselelerde yalan ile hakikat arasında bir zıtlık kurulamayacağını çünkü nesnel bir hakikatten bahsedilemeyeceğini, hakikatin epistemolojiye indirgenemeyeceğini, onun olgu değil inşa olduğunu, dolayısıyla toplumsal ve siyasal meseleleri anlamak ve açıklamak için post-hakikat kavramının kullanışlı olmadığını, “sanki bir zamanlar, siyasetin dayandığı dışsal ve dokunulmaz olan yüce bir nesne olarak hakikat vardı ve şimdi bu yitirilmiş gibi bir ima”sı (s. 68) olduğunu ve bu imanın günümüzde siyaseten herhangi bir geçerliliğinin bulunmadığını şu gerekçelerle iddia edeceğim:

Birincisi, yalan yalnızca olgusal gerçekliğin yanlış temsili veya hakikatin yokluğu değildir, edimsel bir yanı vardır. Yani tümüyle gerçeklikten kopuk değildir, hatta gerçeklik etkisi yaratır. İkincisi, “yalan, bilginin nesnesiyle olan bağıyla ilişkili olarak değil, bilginin öznesiyle olan ilişkisi üzerinden kavranabilecek bir meseledir. Bu yüzden yalanı anlamak için hakikatin epistemolojik ve etik boyutlarını birbirinden ayırmamız gerekir” (s. 63). Yani hakikati göstermekle ve onu yüceltmekle yetinmeyeceksek, hakikatin inşa edilebilirliğini ve hegemonik boyutunu ortaya koyacaksak, epistemolojik değil, etik bir kavrayıştan söz etmeliyiz. Siyasete imkân tanıyan, onun olabilirlik koşulunu kuran da etik boyuttur. Aksi, “siyasal davranış ve beyanların üstünü örttüğü imtiyazlı bir gerçeklik alanı” varsayar ki bu da “siyasal eylemi talileştirir ve onu bir gölge olguya dönüştürür” (s. 64). Üçüncüsü, yalanı veya hakikati bir epistemoloji meselesi haline getirmek, siyaseti de bir bilinç düzeyi sorunu haline getirmekle eşdeğer olabilir. Hakikatin orada bir yerde olduğu, meselenin o’na ulaşabilmek olduğu yahut o’nun bir gün elbet ortaya çıkacağına dair Aydınlanma mirası naif bakış, hakikatin kendisinin bir hegemonik inşa olduğu gerçeğinden uzaktır ve siyaseten bir pasifizmle neticelenebilir. Dördüncüsü, yine bu kavrayış, toplumsal sorunların tartışma ve mücadelenin değil, bilimin uzmanlık alanı olduğunu varsayar ve katiyyen bozulamayacak olan maddi bir gerçeklik düzeyi olarak hakikate yakın olan bir kesimin tüm sorunları çözmeye muktedir olduğu bir depolitizasyon mantığını güçlendirir. “Siyaseti ebedi, değişmez, tek bir hakikatin bulunması için verilen uğraş olarak gördüğümüz oranda siyasetin yalanla kurduğu bağı anlamamız şöyle dursun, en yalın siyasi problemi bile anlamanın çok uzağında oluruz” (s. 67).  Son olarak, “siyaset olgulara değil, kanılara yönelir. Kanıların dünyayı olduğu gibi resmetme gibi bir eğilimi de sorumluluğu da yoktur. Kanılar kişinin dünyayla kurmuş olduğu öznel bağı anlatır (…) Bu bağlamda, bir kanaatin değeri, gerçeğe ne ölçüde uygun olduğundan yola çıkılarak değil, kişinin arzularına ne ölçüde hitap ettiğine bakılarak değerlendirilir” (s. 68). Yani post-hakikatin ön-varsaydığı idealleştirilmiş maddi ontolojik düzeyi teşhir etmenin siyaseten hiçbir karşılığı bulunmayabilir. Çünkü “Teşhirin amacı, yalanı görünür kılmak veya işlerin göründüğü gibi olmadığını ortaya koymaktır. Bunun için görünüş ve gerçeklik arasındaki örtüşmezliği açığa vuracak tanıklıklara (…) başvurmak teşhir siyasetinde büyük önem taşır. (…) Başka bir ifadeyle, teşhir siyasetinin mantığı çelişmezlik ilkesine dayanır” (s. 72). Siyasetin arzuyu örgütleyen boyutu, popülist siyasetin de vazgeçilmezidir ki bu popülizmin çelişkisini ve değersizliğini değil, olsa olsa cazibesini açıklar. Siyaset salt çelişkisiz bir tutarlı projeyi gerçekleştirme, pürüzsüzlüğü tesis etme “sanatı” değildir; duygulara yatırım yapar, geleceğe çağırır, vaat eder, hayal eder, kavramları bozar/çarpıtır, yeniden kurar… Dolayısıyla çelişkiler ve tutarsızlıklardan, gerek sağ gerekse de sol popülist demagoglar sorumlu değildir; toplumsal ve siyasal olanın kendisi muğlaklığın, yalan ve hakikat olarak görülen şeylerin sınırlarının sürekli yer değiştirmesinin ve zaman zaman da birbirinin yerine geçmesinin alanıdır. Kararlaştırılamayanın alanıdır…

***

Post-hakikat, tüm problemin, beyaz olduğu aşikâr olan bir şeyin bize siyah olarak sunulması ve toplumların ezici çoğunluğunun buna inanması olduğunu söylüyor. Ne Trump, ne Putin, ne Çipras, ne de Orban beyaza siyah diyor. Ne de toplumların ezici çoğunluğu göz göre göre beyazın siyah olduğunu söylüyor yahut buna inanıyor.

Sorun beyaza siyah denmesi değil de beyaza dair kanaatlerden birinin beyaza dair diğer tüm kanaatleri alt ederek evrenselleşmesidir. Yani sorun, şeylerin nesnel olarak “aslında” ne olduklarına dair kökensel bir arayış, yani bilginin nesnesine dair hakikat tartışması değildir.

Bunları kavramak belki de bizi, beyaza dair sözü kurmanın, beyazın anlamına dair mücadele vermenin illa ona birisinin çıkıp siyah demesini gerektirmediği, yani gündeme tabi olmayan, gündemini kendi kuran bir özneleşmeye çağırır.

 

 



[1] Dinçer Demirkent, “Hakikatin Kendinden Menkul Bir Enerjisi Yoktur, Hakikati Savunmak Gerekir” - Ahmet Murat Aytaç ile söyleşi, Ayrıntı Dergi, sayı 19, Ocak/Şubat 2017, s. 66.