Restorasyon mu İnşa mı?
Murat Belge

AKP’nin Tayyip Erdoğan önderliğinde gerçekleştirdiği sosyo-politik değişimler ve topluma giydirmeye çalıştığı yeni kılık, büyük bir gerilim yarattı. Son referandum sonuçları bu huzursuzluğun birtakım dar çevrelerle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın “yönetim” anlayışı, “olağanüstü hal”in kısaltması olan “OHAL”i “olağan hal”in kısaltması olan “OHAL”e dönüştürmeyi içeriyor. Bu yolda epey mesafe aldı, ama aşırı uygulamalarıyla kendi cephesinden de kayıp vermeye başladı. Dolayısıyla 2019’da yapılması planlanan seçimlerde AKP’nin 17 yıl sürmüş iktidarının gerilemesi ve Tayyip Erdoğan’ın da başkan seçilememesi ciddi ihtimaller olarak ortaya çıkıyor.

Bu ihtimalleri “ihtimal” olmaktan çıkaracak bir çalışmaya girmek çok önemli. Sonuçlar alınıncaya kadar bu bir “beklenti”, bir “ihtimal” olarak kalmak zorunda. Ama “olacak şey” vardır, “olmayacak şey” vardır. Tarihin bu aşamasında Tayyip Erdoğan’ın girdiği seçimleri kaybetmesi “olacak şey”ler arasındadır. Ama “çantada keklik” falan da değildir. Erdoğan ve AKP ciddi bir iktidar tabanı yarattı. Genel olarak, bu tabanın hayattan beklentileriyle muhalefetin Erdoğan’ı eleştirdiği siyasi davranışlar aynı düzlemde yer almıyor. Bakın, Halk Partisi’nden biri, seçimi kazanırlarsa yeniden parlamenter sisteme dönüleceğini söylüyor. Bu, önemli bir söz mü? Önemli bir seçim vaadi mi? Bana göre elbette öyle; ama birçok yurttaşımız için böyle bir “sistem tartışması”nın çok belirleyici bir önemi yok. Bunlar aslında hep bildiğimiz şeyler.

Önemli sorun bence şu: Türkiye Cumhuriyeti adıyla tanıdığımız varlık yakınlarda yüzüncü yıldönümüne erişecek. 2023’e Erdoğan’ın kurduğu yeni düzenle mi girecek Türkiye (başında bizzat Erdoğan bulunarak ya da onun izinde bir başkası olarak)? Olacak olan buysa Türkiye dünyadaki “faşist toplum”lardan biri olarak tanınacaktır. Bunun uzun boylu tartışma gerektirir bir konu olacağını düşünmüyorum. “Önemli sorun” dediğim şey de bu değil, bunun tersi gerçekleşirse ne olacağı, Türkiye’nin o zaman dünyanın neresinde yer alacağı sorunu.

Şu anda Erdoğan’a karşı güçlenen bir muhalefet var. Bu, çok parçalı bir muhalefet. Heterojen. Devlet Bahçeli AKP iktidarının yedek lastiği rolünü kabul edince MHP’de bu rolden hazzetmeyenler ayrı baş çekmeye başladı ve şimdi orada Meral Akşener’in adı öncelikle anılıyor. Meral Akşener Kemalist ölçülere göre “correct” giyinen, bu arada “Ermeni dölü” gibi laflar eden bir hanım. Askerî vesayete karşı ciddi bir direnç göstermişti. Şimdi de Erdoğan’ın “İslâmî devlet” anlayışı ile mücadele ediyor. Ama başında kendisinin ya da kendine yakın bulduğu birinin ahkâm kestiği bir “faşist devlet” olgusu karşısında aynı tavırları alacağını düşünmüyorum.

Bahçeli, Haziran seçiminin sonucunu baltalamak, Tayyip Erdoğan sultasını silkelemek için HDP bahanesini kullanmıştı; Akşener’li ya da Özdağ’lı yeni MHP hareketi “muhalefet cephesi”nin son derece önemli üyesi olan HDP karşısında ne tavır alacak? Bu tavır karşısında HDP ne tavır alacak?

HDP sonuçta “Kürtler’in partisi”. Böyle olmak ya da bu rolden çıkarak Türkiye’nin sol-demokrat partisi olmak parti içinde en ciddi tartışma ve karar konusu. Birincisi zaten olan bir şey; ikincisi kolay değil ve son dönemde iyice güçleşti. Uğradığı fiziksel tahribatın her düzeyde onarılması için neler yapılması gerektiğinin listesi hayli uzun olmalı. Dediğim temel kararın AKP’yle yakınlığı olmayan Kürtler arasında da kapsamlı bir sonuca varması çok akla yakın bir ihtimal değil.

CHP belki daha da karmaşık bir yapılanma sunuyor. Tek-parti döneminde CHP’nin bir kimlik sorunu, daha doğrusu böyle bir sorusu yoktu. Ne zaman ki İnönü çıkıp “ortanın solundayız” dedi, bu yerin neresi olduğunun araması da, tartışması da, kavgası da bitmedi. CHP bugün de, bir ilericinin bence kusur bulamayacağı “Adalet Yürüyüşü”nü yapan parti; ama aynı zamanda “dokunulmazlık” konusunda aldığı tavırla, AKP’nin HDP’yi hâlâ kısmen hukuk içinde kalır gibi görünerek ezme çabasına girmesini kolaylaştıran parti. CHP, evet, Erdoğan’ın benzersiz başkanlık sistemine karşı çıkıyor; ama “Atatürk neydi? İnönü neydi?” sorusuna verecek inandırıcı bir cevabı yok.

Sorun da bu zaten; düğümlendiği yer burası. Türkiye’nin varılan şu noktada ihtiyacı bir “restorasyon” mu? Yoksa, şimdiye kadar yapmadığı şeyi nihayet yapmak, yani gerçek bir demokratik düzen kurmak üzere harekete geçmek mi?

Soru bu kelimelerle sorulduğunda, bunun asıl muhatapları, yani aslında bir “restorasyon” isteyenler; “tabii ikincisi” diyeceklerdir. Ama dediklerine kendileri inanacak mı? Tarihin bu aşamasında 1946’da “çok-partili parlamenter rejim”e geçmenin fazla erken olduğunu, bir “karşı-devrim” olduğunu savunan ve bugün rastladığı her olumsuzluğu buna bağlayan bir kafa “gerçekten demokratik düzen”le uyuşabilir mi? Birilerinin başka birilerinin iradesi altında, onların “ast”ı olarak yaşadığı düzenlere “demokrasi” demiyorlar. Bu “restorasyon”cular kendi savundukları tarihte böyle bir şey olmadığını, herkesin eşit ve özgür yaşadığını savunacaktır muhtemelen. Bu doğruysa, her gün bu tarihlerde olmuş bir şeyleri (yalan yanlış) hatırlatan ve “intikam söylemi”ni sonuna kadar kullanan kişi ya da partisi neye dayanıyor? Bunca yıldır onları iktidarda tutan şey uydurma bir tarih mi? O tarih uydurma olsa, söylenmesi böyle ısrarlı bir cevap alır mı?

AKP’nin bir seçimle iktidardan gitmesi, (“böyle bir olay olacaksa” diye bir not eklemek zorunlu), Türkiye’de ciddi bir yapısal dönüşüm olmak durumundadır. Aslında 2019’da bu iktidarın bir kere daha oyla onaylanması pekâlâ mümkün ve bunun olması da başka türden bir “yapısal dönüşüm” demek; adını koyacak olursak, faşizm. Yani, öyle ya da böyle, Türkiye, 12 Eylül’ün kendisine biçtiği kılıktan çıkmak durumunda. Bu, onun “restorasyon”a da gelemeyeceğinin bir kanıtı ya da göstergesi diyebiliriz. “Gerçekten demokratik düzen” diyorum. Bu, aynı zamanda bu ağır intikam havasının dağılması ve kimsenin kimseden öç alma dürtüsü hissetmeden yaşaması demek: “beyazlar ve siyahlar,” “Türkler ve ötekiler” edebiyatı yapmadan, bunları aşmış ve silmiş olarak yaşaması; geçmişin öcünü almak için değil, geleceğin tadını çıkarmak için yaşaması.

Son referandumda (ve önceki seçimlerde) AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a oy verenler son analizde Tayyip Erdoğan’ın onlara sunduğu toplum projesine oy verdiler. Bu, oldukça homojen bir eğilimdi. Muhalefete verilen oylar, muhalefeti meydana getiren partilerin birbirleriyle farklılıklarının yanısıra, kendi içlerinde taşıdıkları farklı görüşlerden ötürü de, çok daha heterojen bir manzara çiziyor. Bu, görülmemiş bir şey değil; olumsuz bir şey de değil. Ama sonuç olarak bu değişik muhalif çizgileri birbirine bağlayacak bir ortak tema da bulunması yararlı olacaktır. Bu bir “ortak ideoloji” olmak zorunda değil; ama belki içi zamanla doldurulacak bir ortak tema.

İşte bu da, bir “restorasyon”, sözgelişi 1982 Anayasası’na ve onu var eden sosyo-politik yapılanmaya dönüş değil, henüz yaşamadığımız ve çizgilerini yaşadıkça belirleyeceğimiz bir demokrasi olabilir, olmalı. Batılı toplumların bizimkiyle kıyaslanamayacak bir demokratik deneyim ve birikimleri var, çünkü çok daha eskiden yerleştirmeye başladıkları –bizimse hiç bilmediğimiz– bir “liberal demokrasi” geçmişleri var. Ama bu aynı Batılı toplumların bugünkü durumuna baktığımızda, orada da klasik “liberal demokrasi”nin insanları mutlu etmeye yetmediğini görüyoruz. Demek ki Türkiye’de demokrasiden söz ederken yalnız burada olmamış bir şeyden söz etmiyoruz. Demek ki “İşte çözüm!” diye “liberal demokrasi”yi işaret etmek de doğru değil (Türkiye tarihinin “illiberal yok-demokrasisi”nden de hayır gelmeyeceği gibi). Bütün dünya bu arayışın içinde ve acele etmemizi gerektiren pek çok koşul var.