Albert Camus’de İntihar, Şiddet ve Saçma Düşüncesi (II)
Derviş Aydın Akkoç

1938-1943 arası yıllar Albert Camus’nün verimli yıllarıdır; felsefi, politik ve estetik açılardan birbirleriyle içsel bağlantıları olan üç çalışma bu zaman aralığında yazılır: Caligula, Yabancı ve Sisifos Söyleni. Yazımı 1940’ta tamamlanan Yabancı romanı, yayıncı bulamadığından ancak 1942’te, o da André Malraux’nun yayıncı Gallimard’a kitabı “zorla” kabul ettirmesiyle yayımlanabilmiştir. [1] Yabancı’yı 1941’de yazılan ve 1943’te yayımlanan Sisifos Söyleni adlı uzun “denemesi” takip eder. Bu üç çalışmanın form olarak da, problem olarak da istisnası olan, odağında “gücün kullanımı”nın yer aldığı Caligula adlı oyunu ise Albert Camus 1938’te, henüz yirmi beş yaşındayken yazmıştır. 

Caligula hariç diğer iki metnin ağırlık merkezini oluşturan başlıca problem, Camus’nün epey mesaisini alan “saçma düşüncesi”dir. Camus’ye göre, saçma düşüncesi ve elbette saçma duygusu, herhangi bir mevzuda nesnel bir yargıda bulunmanın artık imkânsız hale geldiği, varoluşun anlamının öznenin deneyim alanından çekildiği; politik ya da değil, eylem mefhumunun ardında yatan itici saiklerin bulanıklaştığı, demek doğru ve yanlış arasındaki sınırların sallantılı olduğu bir eşikte duyurur kendini. Mutlak hakikatlerin tuzla buz olduğu, olgusal ve sistematik bilginin birey açısından hiçbir işe yaramadığı, kuşatıcı duygu olarak umutsuzluğun egemen olduğu bir vasatta beliren saçma düşüncesi zorunlu değil, aksine tesadüfi bir niteliğe sahiptir. 


Varoluşun çekirdeğine pozitif içeriklerle konumlandırılan “saçma düşüncesini” tartışan ilk kişi Camus değildir tabii: tartışmanın mecrasını ve rotasını değiştirmek üzere özellikle Kierkegaard’tan devralınmıştır. Kierkegaard’ın meşhur Korku ve Titreme adlı kitabı, Hz. İbrahim ve Tanrı arasında gerçekleşen bir “ayartılma hikâye”sini “çocukken” dinleyen bir “adam”dan bahsederek açılır: “Bir zamanlar Tanrı’nın İbrahim’i nasıl iğva ettiğini, İbrahim’in bu iğvaya nasıl karşı koyduğunu ve imanını muhafaza ettiğini, beklenilenin aksine ikinci kez bir oğula sahip olduğunu anlatan güzel bir hikâyeyi çocukken dinleyen bir adam vardı.” [2] Bu sakin ve “güzel hikâye”nin aynı adam tarafından belirli aralıklarla her anımsandığında başka veçheleri ortaya çıkar. Fakat giderek hikâyede boşluklar oluşur, fireler verilir; hikâyeden duyulan anlam sıfır noktasına varana kadar sürer bu durum. Zavallı adam ilk işittiğinde duyduğu ve hayran kaldığı hikâyeden hiçbir şey anlamaz hale gelir. Nihayet hikâye hakkındaki her şeyi unutmak ister, ruhunda sadece tek bir “istek” (“Hz. İbrahim’i görmek”) ve tek bir “özlem” vardır: “olayın gerçekleştiği âna tanık olmak.” Ama asla mümkün değildir bu da. Zira anlamlar ve hisler çoktan çözülüp dağılmıştır. Bir “düşünür” de eğitimli bir yorumcu da olmayan, imanın ötesine geçme ihtiyacı duymayan bu adam Tevrat’tan habersiz olduğu için, başlarda “ürperti” şeklinde tezahür eden, anlamsızlığın basıncıyla sonunda “saçma”ya varacak sancılı ve sarsıntılı bir düşünce zemininde bulur kendisini.

Kökleri Latin Hıristiyanlığın kurucu babası Tertullion’un “inanıyorum çünkü saçma” (credo quia absurdum) sözüne kadar sürülebilecek olan saçma düşüncesi Kierkegaard’ta çocuksu bir kahkaha ve şenlikli bir ritimle önünde sonunda “inanca” yönelir; bu sayede öznenin varoluş sancısı kısmen de olsa yatıştırılır. Saçma bahsinde Camus’de ise daha çatık kaşlı ve her an patlamaya hazır kalın bir damar seğirir; tevarüs edilen düşünce insanın bireysel yazgısına endekslenmiştir. Albert Camus saçma düşüncesini kişinin tutkularına (özellikle de özgürlük tutkusuna) istinaden başkaldıracağı “Tanrısız” bir düzlemde tartışmaya açar; bunu yaparak da sorunu epeyce saçaklandırır. 

Camus açısından mesele saçma düşüncesinden hareketle Tanrı’ya veya herhangi bir felsefi yahut dini inanca varmak değildir. Geçmişten çekilip çıkarılan ve muhtelif yerlerinden deşilerek yeniden üretilen bir sorunun (saçma düşüncesinin) aktüel ve acil bir tarafı vardır Camus’de. Bu fasılda metinlerin üretildiği “tarihsel moment” hesaptan düşülmemeli: Malum 1938-1943 arası yıllar Hannah Arendt’in Batı’nın siyaset düşüncesi geleneğinde bir şekilde mevcut olduğunu öne sürdüğü “totaliter alt akımların” [3] olanca şiddetiyle yüzeye vurduğu, toplama ve çalışma kamplarının mantar gibi türediği, faşizmin gemi azıya aldığı, Sovyetlerin muzaffer devriminin işçi bürokrasisi tarafından boğulduğu, Stalin özelinde mendebur bir “şef” mitinin yaratıldığı, kültürün krize sürüklendiği, İspanya’da olduğu üzere başarısız devrimci ayaklanmaların müthiş hayal kırıklıkları yarattığı, liberal hukuku ve siyaseti ayakta tutan değerlerin de paramparça edildiği, hasılı İnsan mefhumunun yeniden ve hararetle gündeme alındığı altüst oluş yıllarıdır. Bu itibarla, Camus’nün metinleri felsefi ve edebi olduğu kadar, hatta ondan çok daha önce siyasi metinlerdir.


***

Camus Sisifos Söyleni’nde maddeten ve manen tarumar edilmiş modern insana hayata devam edeceği bir ortam sunmaya, bir alan açmaya çalışır. Camus hayatın kıymetten düştüğü, kişisel özgürlüğün ve insan haysiyetinin ayaklar altına alındığı kültürel ve toplumsal dünyayı boğucu bir “çöl” metaforuyla karşılar: Olan biten onca şeyden sonra insan bu “çölün tam ortasında” yaşamak ve “üretmek” zorundadır. Fakat kişiye musallat olan kavurucu intihar hissine, nişangâhız şiddet yönelimlerine (öldürme arzusuna) rağmen nasıl gerçekleşecektir bu istek?


[1] Stephen Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakçının Portresi, çev. Tuğba Sağlam, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 43.

[2] S. Kierkegaard, Fear and Trembling, (ed): C. Stephan Evans / Sylvia Walsh, İng. Çev. Syliva Walsh, Cambridge University Press, 2013, s. 12.

[3] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, Cilt 1, çev. Bahadır Sina Şenel, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.