Almanya Seçimleri: Merkel Nasıl Bir Fark Yaratacak?
Ela Bilgen

Almanya seçimleri geçen Pazar nihayet gerçekleşti: Siyahlı adamlar arasında Angela Merkel rengârenk ceketleriyle “fark yaratmaya” devam edecek. Almanya’nın efsanevi başbakanlarından, Merkel’in de hamisi kabul edilen Helmut Kohl’ün 1998’deki seçim yenilgisiyle Hıristiyan Demokrat parti (CDU) içinde başlayan değişim rüzgârı kadınlığı, Protestanlığı ve Doğululuğuna rağmen 2000 yılında Merkel’i partinin başına getirmişti. 12 yıl başbakanlık yaptıktan sonra Pazar günü 4. kez, bir 4 yıl için daha başbakan olarak seçilmiş oldu.

Merkel 2005’te başlayan ilk döneminde Sosyal Demokrat Parti’yle (SPD), 2009’daki ikinci döneminde Hür Demokrat Parti’yle (FDP) ve 2013’te başlayan son döneminde de yine SPD’yle koalisyon halinde ülkeyi yönetmişti. Merkel’in Hıristiyan Demokratları ile onun Bavyeralı müttefiki Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU) bu uzun süre boyunca pek çok hükümeti darmadağın eden 2008’deki küresel finans krizinden ve Avrupa Birliğini derinden sarsan 2015’teki mülteci krizinden sağ salim çıktı. Bu güce rağmen hükümeti 4. kez oluşturmak kolay olmayacak.

Aslında Alman seçim sistemi nedeniyle koalisyon hükümetleri her durumda neredeyse kaçınılmaz seçenek. Dolayısıyla Alman siyasetçiler koalisyon kurmak konusunda oldukça deneyimli ve Merkel de şimdiye dek bunu üç kez başardı. Ancak Pazar günü beliren tablonun ardından partiler arasında bir birlik oluşturmak her zamankinden zor görünüyor. Çünkü seçimden birinci parti olarak çıkmasına rağmen CDU/CSU, 2013 seçimlerine göre % 8,5 oranında oy kaybederek toplam oyların ancak % 33’ünü elde edebildi. Hükümetin kurulabilmesi içinse iktidar partisinin oy oranının, meclisteki diğer partilerin toplam oy oranından fazla olması gerek. Mevcut durumda % 5 seçim barajını geçerek meclise girmeye hak kazanan altı parti var. Bunlardan Sosyal Demokrat Parti % 20,5’lik, Almanya için Alternatif % 12,6’lık, Hür Demokrat Parti % 10,7’lik, Sol Parti % 9,2’lik, İttifak 90/Yeşiller ise % 8,9’luk oy oranına sahip.

Merkel için en güçlü iki seçenekten biri Sosyal Demokrat Parti’yle işbirliğine gitmekti ancak ülkenin iki ana akım partisinden biri olan ve kendini merkez solda konumlandıran Sosyal Demokratlar son seçimde, 1949’dan bu yana aldıkları en düşük oy oranıyla karşılaştılar. Partililer bu durumu 2013’ten beri Merkel’le yürüttükleri koalisyona bağlıyor ve koalisyon yüzünden kendi çizgilerinden uzaklaşmak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Bu yüzden de Parti lideri Martin Schulz yeni dönemde muhalefette kalacaklarını açıkladı.

İkinci seçenekse Hıristiyan Demokratların kadim ortağı, liberal çizgideki Hür Demokrat Parti ve İttifak 90/Yeşiller’le kurulacak hükümet. İki eski müttefik bu defa Yeşiller’e muhtaç, çünkü yalnız ikisinin oyları hükümet kurmaya yetmiyor.

Seçim sonrası koalisyon oluşturma süreci son iki seçimde Merkel’in iki ila üç ayını almıştı. Bu defa Hür Demokratlarla Yeşiller’i ortaklaştırmanın daha uzun süreceği ve bu ikisinin tutumuna göre erken seçimin bile söz konusu olabileceği düşünülüyor.

Tüm bu koalisyon ihtimalleri ve gelecek tahminleri bir yana, meclisteki parti çeşitliliği ve Almanya için Alternatif (AfD) partisinin ciddi bir oy oranıyla parlamentoya girebilmiş olması Almanya’da 1945 sonrası düzenin sonuna gelindiğine işaret ediyor. 1945’te, ABD’nin Almanya’ya karşı yürüttüğü savaş sona ermişti ve artık ABD, Avrupa’da savaş düzeninden farklı bir düzen oluşturmak zorundaydı. Tıpkı 16. yüzyılda Amerika yerlilerinin Avrupalılar tarafından “insan kabul ederek” modern düzenin kapsamına alınması gibi Almanlar da Nürnberg yargılamaları ve kısa süreli/kısmi sanayisizleştirme yoluyla suçlarından arındırılıp “muhtap”laştırıldılar ve yeni düzen kapsamına alındılar. Böylece ABD hükümetlerinde temsil bulan küresel sermaye de, küresel kalabilmek için vazgeçilmez gördüğü ulus-devlet sisteminin Hitler’in amaçladığı türden bir imparatorluğa ya da imparatorluklar sistemine dönüştürülmesine izin vermeyeceğini göstermiş oldu.

Bugüne gelindiğindeyse Savaş’ın ardından ilk kez bir faşist partinin mecliste yer bulması, küresel sermayenin artık ulus-devlet sistemini koruyacak güçte olmadığını gösteriyor. Nitekim Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel de AfD için “70 yıl sonra ilk kez Naziler tekrar mecliste olacak” dedi.

AfD, 2015’teki görece yoğun mülteci kabulüne tepki duyan Almanların başvuru noktası olmuştu. Dolayısıyla yükselmesini büyük ölçüde yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığına borçlu. Ama parti 2013’te ilk kurulduğunda asıl olarak Euro Bölgesi karşıtlığı ve 2008 kriziyle iflas eden “Avrupa’nın tembel Güneylilerini”, “çalışkan ve kazandığını hak eden Almanların” vergileriyle kurtarma fikrine getirdiği itirazla sesini duyurmuştu. Bu ilk hırçınlığı, ülkenin geleceğini her yeni “kurtarma paketi”yle borcu ve Almanya’ya bağımlılığı daha da artan zayıf Birlik ülkelerinde gören Merkel’e tosladı. AfD’nin gücü Euro Bölgesi’ni dağıtmaya yetmeyecek.

Göçmen konusuna gelince ortada yine Merkel’in baş edemeyeceği bir sorun yok. Hıristiyan Demokratlar yabancı düşmanlığını, kardeş parti Sosyal Demokrat Birliği’nden dolayı gayet iyi tanıyor ve zaten bunu ortadan kaldırmaya da çalışmıyorlar. CDU/CSU ortaklığında Merkel’in CDU’su kabullenici, kucaklayıcı, evrenselci rol üstlenirken, CSU dışlayıcı ve ırkçı söylemleriyle Merkel için gereken dengeyi kuruyor. Nitekim pek çok yoruma göre CSU bir eyalet partisi değil de ulusal bir parti olsaydı seçmen AfD’ye ihtiyaç duymayacaktı. Yani Merkel iki nedenden ötürü, muhafazakâr oyları AfD’ye kaptırmak pahasına mültecilere yönelik açık kapı politikasında diretiyor: İlki kontrollü biçimde kabul edilen mültecilerin, tıpkı 1950’ler ve 1960’larda İspanya, Yunanistan ve Türkiye’den alınan göçmenler gibi ucuz işgücü deposu işlevi görmesi (ki 2016’da Türkiye’yle AB arasında imzalanan mülteci anlaşması bu kontrole ve hatta Almanya’nın kabul edeceği göçmenleri ihtiyacına göre seçebilmesine imkân yaratmakta). İkincisi ise ulus-devlet sisteminin zayıfladığı bir dönemde imparatorluk mantığı çerçevesinde yürütülen genişleme politikası.

Bu genişleme politikası çerçevesinde Almanya rotasını, ulus-devlet düzeninin koruyucularından başka bir yöne çevirebiliyor. Örneğin ABD ve Fransa seçimlerine damgasını vuran Rusya kaynaklı siber saldırı iddialarının Almanya seçimlerinde hiç gündeme getirilmemesi Rusya’nın Almanya için bir “öteki” olarak kurgulanmasından kaçınıldığını gösteriyor. AfD dâhil meclisteki partilerin çoğu da Rusya’yla ilişkilerin sıcak tutulmasını destekliyor. Merkel’e ihtiyaç duyduğu “öteki”yi ise artık Brexit nedeniyle İngiltere ve Trump yüzünden ABD sağlamakta. Trump, kamuoyunu yatıştırmak için Merkel’in elinde kullanışlı bir malzeme olsa da Almanya’nın ABD’den kopuşu Trumpla başlamış değil. 2003’teki Irak müdahalesi sırasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD karşısında yer alması ve 2013’te ABD Ulusal Güvenlik Ajansı çalışanlarından Edward Snowden’ın kurumdan sızdırdığı belgelerle ABD’nin Almanya’da dinleme ve casusluk faaliyetleri içinde olduğunun ortaya çıkması gibi tecrübeler de Savaş sonrası ittifakın bozulduğunun işaretleriydi.

Merkel yeni rotası ve politikalarıyla, Helmut Kohl’ün Almanya’sından oldukça farklı bir Almanya’yı yönetmekte. Bu açıdan ülke tarihinde “fark yarattığı” bir gerçek. Değişmeyen şeyse her iki liderin de koruyup kolladığı ayrıcalıklı kesimlerin durumu. Yani ABD’den Rusya’ya doğru değişen ittifaklar, Güney Avrupa’dan Orta Doğu’ya doğru değişen göçmen profilleri ve IMF’den AB’ye doğru el değiştiren “kurtarma paketleri” söz konusu ayrıcalıkların dışında tutulan sıradan insanların durumunda bir değişim yaratmayacak. Tam da bu nedenle düşük işsizlik oranının arkasındaki büyük gelir dağılımı eşitsizliğini görmek, sosyal adaletsizliğin arkasında göçmenleri değil hükümet politikalarını aramak, eşitsizliğin hesabını yabancı komşudan değil muktedirden sormak önem kazanıyor. Zira değişimin anahtarı seçimden seçime hatırlanan yurttaşlarda değil, yurttaş olamayanlarla dayanışmaktan vazgeçmeyen insanlarda.