Değişen Emek ve Sermaye
Murat Belge

Sosyalizm bütün kollarıyla, Sanayi Devrimi’nin bir ideolojisidir ve öncelikle “işçi sınıfı”nın haklarını savunur. “Bütün kolları” dedim; bu “kolların” bazılarının işçi sınıfıyla kurduğu ilişki daha çok “sosyal adalet” zeminindedir: “Sermaye”nin “emek”i sömürmediği bir çalışma düzeni kurmak. Bu Marx’ın kabul ettiği bir analiz ya da çözüm yöntemi değildir. Marx’a göre her türlü “değer”i üreten “emek”tir; “sermaye” ise rastlantıların oluşturduğu bir “fazlalık”tır. Onun için “mülk sahipleri (sermaye)” tasfiye edilmeli ve proletarya egemen olmalı, proletarya sermayeye yer olmayan “komünist toplum”u kurmalıdır. 

Marx’ın düşüncelerini netleştirmeye başladığı dönemde, yani 19. yüzyılın ortalarında bu düşünce şüphesiz “radikal”di. Ama gerçeklikten kopuk değildi. Mülk sahipleri sınıfının kurduğu düzenin süreçleri içinde mülksüzleşmiş kesim, proletarya, toplam nüfus içinde çoğunluğu oluşturuyordu. Varolan üretim teknolojisinin çerçevesinde, şimdi kendi malları haline gelmiş fabrikalarda üretimi devam ettirebilirlerdi. 

Bu koşullar bugün geçerli değil. 

Marx “proletarya” derken metalarla birlikte “artık-değer” de üreten kol emekçilerini kastediyordu. Toplumun kendini yeniden üretmesinin maddî süreçlerinde oynadıkları onsuz edilmez rolün yanısıra “felsefeyi” de özümleyerek geleceğin dünyasını kuracak olanlar onlardı. Sosyalizm açısından önemleri de, sömürülüyor (“eziliyor” v.b.) olmalarından değil, bu “kurucu” potansiyellerinden ileri geliyordu. 

Bugünün koşullarında “mavi yakalı” dediklerimizin toplam nüfus içinde oranı gitgide düşüyor. Daha ileri toplumlarda düşüş hızı yüksek. Kol emeğine dayalı üretim gün geçtikçe “periferi”ye doğru sürülüyor. Yerine getirilmesi için gerekli “vasıf” düzeyi de gitgide düşüyor. Tamamının insanlar değil, robotlar tarafından yapılacağı bir dönem (ve bir düzen) artık görüş mesafesine girdi (“science-fiction” olmaktan çıktı). Maddî düzeydeki gelişmelerin yanısıra üretimde “kol emeği”nin oynadığı genel rol de geriledi - “beyaz yakalı” katkıyla ters orantılı olarak. Yalnız “kol emeği” değil, “sermaye”nin de genel üretimde oynadığı rol değişti. Sermaye kurumunun kararlarını CEO’lar veriyor. Öte yandan işçilerin de hisse senedi satın alarak (küçük çapta) aynı zamanda sermayedar kümesine geçmeleri mümkün. Bunların belirleyici olduğunu düşünmüyorum ama değişim grafiğinde bunların da bir yere kaydedilmesi gerekiyor. Emeğin içinde “hizmet” sektörünün, üretim sürecinde “bilgi”nin tuttuğu yer hızla genişliyor. 

Dolayısıyla, toplumsal işleyişi “emek” ve “sermaye” uğraklarını (moment) hesaba katarak düşünmeye devam edeceksek, her ikisini de yeniden tanımlamamız gerekiyor. İkisini de yeniden tanımladıktan sonra bile, “üretim”i yalnız bu ikisine dayanarak açıklayamadığımızı anlamamız gerekiyor. Bilgisayarların ve robotların insanları ite kaka kendi etkileme alanlarını genişlettikleri bir dünya düzenine girdik. Yeni girdik sayılır ama girdik. 

Bu durum toplumda veya üretimde “emek” katkısını yok etmiyor ama özelliklerini değiştiriyor. 

Geçmişte, sosyalist ideoloji ile “işçi sınıfı” arasında organik bir ilişki olduğunu varsayardık. Gerçeklik düzeyinde durum pek de böyle değildi ya da olmayabiliyordu ama en azından sosyalizmin emeği merkeze koyarak inşa edilmiş bir görüş olduğu kesin bir olguydu. Bugünün dünyasında böyle bir ilişkinin devam ettiğini düşünmek zorlaştı. Ampirik düzeyde de, bakıyorsunuz, Paris’te Komünist Parti’nin oy depoları olarak görmeye alıştığımız dış mahalleler şimdi Marine le Pen’e oy veriyor. Doğu Avrupa’da bir zamanların Komünist Parti üst kadrolarının geçen yüzyılın son onyılında milliyetçi ve faşist-milliyetçi ideologlarına dönüşmesine paralel bir süreç - ama yalnız Fransa’ya özgü de değil.

Öteden beri sağ “çıkarlar” çevresinde, sol “ilkeler” çevresinde örgütlenir - ya da, solun, “işçi sınıfı çıkarları ve demokratik ilkeler” çevresinde örgütlendiğini söyleyebiliriz. Geçmişte bu iki nesne arasında bir uyuşmazlık olabileceğini düşünmezdik. İşçi sınıfının ideolojisi de, çıkarları da, zaten toplumda en “ileride”ydi. Bu da şimdi şüpheye bindi: işçi sınıfının kolayca “ırkçı” konumlara savrulabildiğini, sözgelişi “kadın eşitliği” gibi konularda (“bireysel” düzeyde daha çok) son derece “geri kafalı” olabildiğini görüyoruz.

O zaman sosyalizm için “demokratik ilkeler”in önemi artıyor. Bu, bir yandan “sosyalizm/işçi sınıfı” özdeşliğini sarsarken, daha geniş biçimde tanımlanmış geniş “emek” cephesinin başka kesimleriyle yeni diyalog imkânları da yaratıyor - bir zamanlar “küçük burjuva” deyip geçtiğimiz kesimler bunlar.  

Bu söylediklerimi öncelikle Batı’nın ileri (“post-endüstriyel”) toplumlarında sosyalizmin karşılaştığı yeni koşulları düşünerek söylüyorum. Türkiye’yi öne alarak konuştuğumuzda bunlar çok da yerine oturmayabiliyor, çünkü burada tarihî gelişmenin seyri epey farklı. Bir kere, işçi sınıfının kendisi, ekonomik-demokratik örgütleri ve işçi sınıfı çıkarlarını savunan siyasî partiler üçgeninde durumlar, ilişkiler, ittifaklar epey farklı. Sosyal-demokrasinin bir olgu haline gelemediği bir toplum Türkiye. Sosyal-demokrat olduğunu iddia eden partinin (CHP) emek tabanıyla bir ilişkisi yok; seçkinlerin partisi. En canlı “sol” hareketlerde işçi sınıfı katılımı asgari düzeyde kalıyor. İşçi sınıfı, bütünüyle bakıldığında, siyasî ve toplumsal düzeylerde toplumun muhafazakâr kesimleri arasında. Siyasî “sol” bilinç bir yana, sendikalaşma bile son derece cılız. 

Geçmişte, sol siyasî hareketleri sınıfla yeterli ilişki kuramadıkları için eleştirdik; ancak yeni dönemde bu bir kural haline geldi, hareketin bir “beceriksizliği” olmaktan büyük ölçüde çıktı. Ancak, öyle olması, bunun bir sorun olmasını engellemiyor. 

“Sorun” hep vardı: “bilgi”den yoksun kılınmış, fiziksel varlığı ön planda görülen kol emekçileri ile “bilgi sahibi” olarak sosyalist harekete gelip katılan intelligentsia’nın tedirgin birlikteliği… “Uvriyerizm” v.b. eğilimlerin yeşermesine imkân veren, sonuçta gene aydınların üstte kaldığı (genellikle böyle olmuştur) ilişki… Marksist aydınlar, bu konumun çelişkilerini yaşarken, işçileri geleceğin mimarları olarak görmeye devam ederlerdi. Henüz o olgunluk aşamasına gelmemiş olabilirler, ama gelecekler… “Kendinde-sınıf” olmaktan “kendi-için-sınıf” olmaya henüz geçmediler, ama geçecekler… 

Oysa şimdi bunlar hepsi değişti. Emeğiyle geçinen bütün sınıf ve tabakaların bugün de sosyalizm safında bir araya gelmesi isteniyor; bu gerekiyor ve aslında mümkün. Ama bu bir araya gelişte ilkeler ve değerler rotayı çizmek durumunda.

Devam edeceğiz.