Japon Militarizminin Dönüşü
Ela Bilgen

22 Ekim’de Japonya’da, iki kanatlı parlamentonun güçlü kanadı Temsilciler Meclisi için yapılan seçimler Liberal Demokrat Parti’nin (LDP) zaferiyle sonuçlandı. Çok kısa kesintiler sayılmazsa II. Dünya Savaşı sonrası Japonyası’nda iktidarı hep elinde tutmuş olan Parti için bu zafer sürpriz değildi. Buna rağmen seçim sonuçlarının Japonya ve tüm dünya siyaseti için oldukça büyük bir önemi var. Çünkü 2012’den bu yana iktidarda olan LDP lideri Başbakan Shinzo Abe, uzun bir süredir gündemini meşgul eden Anayasa değişikliği planını hayata geçirmek için gereken çoğunluğu sonunda elde etmiş bulunuyor.

Anayasa değişikliği Japonya’nın komşuları başta olmak üzere tüm dünyayı ilgilendiriyor zira değiştirilmek istenen maddelerin başında Japonya’nın silahlı kuvvet kullanmasını ve hatta oluşturmasını yasaklayan ünlü 9. madde gelmekte.

Yürürlüğe girdiğinden bu yana değişikliğe uğramamış olan Japonya Anayasası 1947’de kabul edildi. Bu Anayasa’yı dikkat çekici kılan da egemen bir devletin savaşma hakkından feragatini içermesiydi. Anayasa’nın 9. maddesiyle Japonya savaştan, uluslararası uyuşmazlıklara karşı tehdit ve kuvvet kullanmaktan ve kara, deniz, hava kuvvetleri ya da başka herhangi bir savaş kuvveti oluşturmaktan da alıkonuluyordu. Yani II. Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmalarla birlikte ülkenin yeni Anayasası emperyalist Japon militarizminin de sonunu getirmişti.  

Ancak Japon milliyetçiler açısından bir son gibi görünen bu durum Japon sermayedarlar için yepyeni bir başlangıç oldu. 1950’lerin başında ABD, Japonya topraklarını “işgalci olarak” terk etse de iki ülke arasında yapılan Güvenlik Antlaşması ile Japonya’da “yasal olarak” kara, deniz ve hava gücü bulundurma hakkı elde etmişti. Böylece koca bir ülkenin savunma harcamalarının maliyeti de ABD tarafından üstlenilmekteydi. Bu durum ülke kaynaklarının büyük ölçüde sermayeye aktarılması sonucunu doğurdu. Avrupa’da Almanya’yla birlikte dünyanın diğer ucundaki Japonya da artık ABD’nin yakın müttefiki, hatta dünyanın geri kalanına örnek göstereceği temsilcileri hâline gelmişti. Bu da sermayedarlar açısından içeride hükümetten gelen desteğe, dışarıda ABD desteğinin eklendiği anlamına geliyordu.

Böylece uzun yıllar boyunca dünya kamuoyuna barışçıl bir biçimde de gelişmiş bir büyük güç olunabileceği mesajı gitti. Oysa Japonya’nın barışçıllığı, daha büyük bir militarizmin üzerindeki örtüden ibaretti. Japonya’da geleneksel ordu yasaklanmışken nükleer silahların barındırılabileceğini düşünmek olanaksız. Ancak her iki ülkenin reddetmemekle birlikte kabul de etmediği Japonya topraklarında ABD nükleer silahlarının varlığı, ortaya çıkmakta olan gizli anlaşmalar sayesinde artık kesin olarak biliniyor.

Üstelik Japonya kendi silahlarını da barışçıl biçimde ortaya çıkarmanın yolunu bulmuş durumda. 1954’te ülke içinde sınırlı yetkilere sahip olan Öz-Savunma Kuvvetleri’ni kurmuştu. 1990’lardan itibaren uluslararası operasyonlara sağlanan mali desteğin yanı sıra BM Barış Gücü misyonları yoluyla dışarıda da askeri varlığını kabul ettirmeye çalışıyor.

2012’de yeniden iktidar geldikten sonra Başbakan Abe, partisinin anayasa değişikliği taslağını açıklamıştı. Bunun ardından da Öz-Savunma Kuvvetlerinin yetkilerini genişleten yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Geçtiğimiz Mayıs’ta, Anayasa’nın 70. yaş günü etkinlikleri sırasındaysa Başbakan ilk kez bir tarih vererek 2020’ye kadar yeni Anayasa’ya geçmeyi hedeflediklerini açıkladı. Ancak meclis çoğunluğunu sağlama meselesi bir yana Abe’nin kamuoyunda yeterli desteğe sahip olup olmadığı net değil. Mayıs’taki etkinlikler sırasında Tokyo başta olmak üzere pek çok şehirde Anayasa değişikliğine karşı protesto eylemleri yapılmıştı. LDP’nin en güçlü muhalifi olan Demokrat Parti’nin yanı sıra Japonya Komünist Partisi ve Sosyal Demokrat Parti de eylemleri desteklemekte.

22 Ekim’deki seçimlerin ardından LDP öncülüğünde Anayasa revizyonu talep edenler artık her iki mecliste de gereken nitelikli çoğunluğu sağlamış durumda. Ancak bundan sonra bir adım daha var, referanduma gidilip değişikliğin basit çoğunlukla kabul edilmesi gerekiyor. 22 Ekim’de seçime katılımın % 54’le düşük bir seviyede kalması ve militarizm karşıtı eylemler Başbakanı düşündürüyor. Bu açıdan Kuzey Kore’nin nükleer tehditlerinin Japon kamuoyunda yarattığı korku Abe’nin, gündemini gerçekleştirebilmesi için vazgeçilmez görünüyor. Yine de 9. maddenin sorgulanır hale gelmiş olması, dünyaya kendini Soğuk Savaş’ın galibi olarak sunan ABD açısından gerçek bir galibiyetin söz konusu olmadığının göstergelerinden birini oluşturuyor. Trump her fırsatta Japonya’nın kendi bölgesinde daha fazla sorumluluk alması gerektiğini söylemekte. Yani ABD hâlâ dünyanın en büyük askeri gücü olmasına rağmen bu gücün artık dünyaya bir faydası yok. Dolayısıyla Japonya’nın silahlanması bir yandan ABD’nin güçsüzlüğüne, diğer yandan da ABD’ye karşı oluşmakta olan yeni ittifaklara işaret ediyor. Silahlı kuvvetlerini etkin hâle getirme talebi ilk elde komşu Kuzey Kore’den gelen tehditten kaynaklanıyor olsa da Batı’nın, ancak denetim altında tutabildiği ölçüde Batılı saydığı Japonya belki de artık bir Doğulu olarak Doğu’da, kendi komşularıyla kuracağı ittifakların peşinde.