"Değişen" Adalet Anlayışı
Barış Özkul

15 Temmuz'dan sonra iyiden iyiye yürürlüğe konan cezalandırma hukukuyla birlikte bir tutuklama furyası başladı. Bu furyadan nasibini alanları teker teker anmak pek mümkün değil. Nicelik günden güne arttığı için birisi hakkında yazdığında öbürü hakkında susmanın ağırlığı var. Osmanlı Kavala niçin tutuklandı derken Cemil Aksu, derken sol dergileri arşivlemek dışında ne “kabahat” işlediği bilinmeyen Emin Şakir. Bunlar sol çevrelerde iyi kötü bilinen isimler; bir de bilmediklerimiz, tanımadıklarımız var. 

İktidar bu tutuklamalarla muhalifleri moralman çökertmeyi amaçlıyorsa bunda kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Bir avuç aktivist dışında “muhalif” olarak geriye kala kala Kılıçdaroğlu’nun CHP’si kaldı. Ama bu başarının kısmi ve yanıltıcı olduğu zamanla anlaşılacaktır. Toplum mühendisliğinin matematiği, inşaat mühendisliğinin matematiğiyle bir olmadığı için hukuk alanındaki keyfî uygulamalar suya mürekkep damlatmaya benzer; belirli bir kesimle, muhaliflerle sınırlı kalmasını umduğunuz korku iklimi toplumun geneline yayılır. Sermayenin yurtdışına çıkmasından duyulan rahatsızlığın işaret ettiği tablo bunun bir veçhesi. Modern hukuk, kendi selefi olan teolojik hukuku sekülerleştirirken tek bir şeyin kutsallığına dokunmamıştı: “Kutsal” mülkiyet hakkı. Şu yurtdışına sermaye kaçırma çabasından anlaşılan o ki, sermayenin artık “ben sadece “FETÖ”ye dokunuyorum” diyerek teskin edilemeyeceği bir noktaya gelindi. 

Sermaye ile hukuksal güvence arasındaki illiyet bağının yok sayılmasından daha da vahim olanı, son derece çarpık bir adalet anlayışının gündelik hayata yayılması ve kitleler nezdinde normalleşmesi. 

Türkiye toplumu “güçlü” olanı “haklı” sayan bir gelenek içinde terbiye edildiği için adalet anlayışı hiçbir zaman çok sağlıklı olmadı. Batı’da bireysel-öznel hakların loncalarda örgütlenmesiyle oluşan tüzel kişilikler, onun etrafında belirlenen anonim çıkarlar ve sonuçta ortaya çıkan kolektif-nesnel hukuk sistemine benzer kurumlar burada hiçbir zaman tesis edilmedi. Gene de iki yüz yıllık modernleşme tarihinin topluma kabul ettirmeye çalıştığı bir pozitif hukuk anlayışı vardı. Pozitif hukuk derken kanaatlere, niyetlere, politik-kimliksel konumlanışlara değil olaylara, olgulara ve somut delillere göre hüküm veren adalet anlayışını kastediyorum. Bir süredir bunun yerine kanaatlerin, niyetlerin ve kimliksel önkabullerin esas alındığı bir adalet anlayışıyla tanıştık. Süregiden kutuplaşma ortamında toplum bu adalet anlayışını bir gömlek gibi üzerine geçiriverdi. Bunu en sıradan/gündelik vakalara verilen tepkilerde bile görmek mümkün.

Örneğin iki gün önce Taksim’deki U2 Irish Pub adlı alaturka İrlanda barında yaşanan olay. Barı işleten şahıs mekândaki “hal ve tavırlarından hoşlanmadığı” bir çifte  barın içinde demir çubukla saldırabiliyor. Belli ki ağır psikolojik sorunları olan birisi; insan daha ileri gitmediğine şükrediyor…Bu tür psikopatça davranışlara dünyanın her yerinde rastlanır. Taksim’de olur, Soho’da ya da Paris’te olmaz diye bir şey yok. Gelgelelim “Vatan haini” HDP’ye gönül verdikleri anlaşılan çifte dayak attığı için bar sahibine arka çıkan, ona övgüler düzen yüzlerce sosyal medya fedaisine herhalde ancak Türkiye’de rastlanır. Türkiye böyle konularda muasır medeniyetlerin seviyesine asla inmemesiyle ünlüdür.

Papa’yı vurduğu için Ağca’ya beste yapan milliyetçi hassasiyetten İstanbul’daki bir İrlanda barında 'vatan hainleri'ni dövdüğü için bar sahibini omuzlara alan linççi-avami bir hassasiyete doğru evrilen adalet anlayışı Türkiye’nin medeniyet sahasında nasıl bir ilerleme kaydettiğini gösteriyor: “Bizdense kesin haklıdır”, “Politik hasmımıza vurduysa haklıdır”, “deliller tersini söylese de hissiyatımız böyleyse haklıdır” vb. 

Halk mahkemesinde “neci” olduğunuza, “kimlerden” olduğunuza bakılarak yargılandığınız bir adalet anlayışı normalleştiğinde bunun ne iktidara ne de muhalefete gerçek bir faydası olur.