Oğuz Atay'ın Mizahı
Barış Özkul

13 Aralık, Oğuz Atay’ın kırkıncı ölüm yıldönümüydü. Atay, malum, Korkuyu Beklerken’i “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye bitirmişti. Edebiyat tarihinde nitelikli yazarların hak ettikleri ilgiyi uzun zaman sonra görmesi alışılmadık bir durum değildir. Tanpınar’a sağlığında “kırtıpil Hamdi” diye seslenebilen bir âlicenaplığın yerleştiği, yazar-çizer takımı arasında “çekememezliğin” ata sporu olduğu Türkiye gibi ülkelerde hayattayken kıymeti bilinmeyen yazarlara daha da sık rastlanır. Oğuz Atay da sağlığında bu kayıtsızlıktan payını aldığı gibi kılık kıyafetinden ötürü magazin gazetelerinde alaya alınmak gibi çiğliklerle de karşılaşmıştı. Ama ölümünün üzerinden kırk yıl geçtikten sonra Türkiye’nin en “çok-satan” yazarlarından biri oldu. Yapıtları ekrana aktarıldı; birbirlerine “Albayım” diye hitap eden, Tutunamayanlar’a el basıp ilan-ı aşk eyleyen karakterlerin boy gösterdiği diziler çekildi. 

Bu iade-i itibarın birtakım edebiyatdışı nedenleri de var şüphesiz. 2000’lerin popüler-metropol kültürü çerçevesinde “kaybeden”, “tutunamayan” figürü hızla parlarken Selim Işık ile Behzat Ç. arasındaki sınırlar ortadan kayboldu. Selim Işık ile Behzat Ç.’yi aynı masaya oturtan yıkım psikolojisi Oğuz Atay’ı “tutunamamak”la, “kaybetmek”le övünen –bir yandan her zaman her yerde görünmek isteyen- bir sinizmin sembolü haline getirdi.

Her sinizm gibi “tutunamayanlar” sinizminin de hem olumlu hem de olumsuz tarafları var. 

Oğuz Atay sevgisi ve tutunamayanlar sinizminin doğru anlaşıldığı takdirde Türkiye’deki mizah anlayışına olumlu bir katkısının olabileceğini düşünüyorum. 

Türkiye’nin yerleşik-geleneksel mizah anlayışı sözlü, bağırtkan ve genellikle dışa dönük bir “ulusal” kültürü temel alır. Bunun başlıca nedeni buranın kendi kabuğunu bir türlü kıramamış bir cemaat toplumu olmasıdır. 

Cemaat toplumlarında birey değil topluluk, öznellik değil tekseslilik esastır. Mizah bu koşullar altında hem özeleştiriden kaçmanın hem de geleneksel otoriteye yönelebilecek olası bir tehdidin, bir sapmanın ya da çatlağın bertaraf edilmesidir. Cemaatin bireyselliği öğütücü düzeni içinde kendiyle alay etmeyi bilen bir mizah duygusunun yeşermesi engellenirken “şok” etkisi yaratan, saldırgan bir mizah duygusu ortak payda haline gelir. Türk tipi mizah anlayışı kendi zaaflarından köşe bucak kaçtığı için saldırganlaşan yaygın bir toplumsal psikolojiyi ele verir. “İbne hakem” tezahüratıyla statları inleten bu mizah anlayışının hedef tahtasındaki olaylar veya kişiler daima “dışarı”da olsa da bu “dışarı”sı aslında gizlendikçe kangrenleşmiş bir “içeri”nin ifadesidir.

Mizahın bireyselleşmesi özeleştirelliği, özeleştirellik ise bireyselleşmeyi gerektirir. Batı’da “günah çıkartma” ayinlerinden Rönesans’a ve erken kapitalizmin Robinson Crusoe mitine kadar uzanan süreçte bireyselliğin temelleri atılırken mizah duygusu özeleştirelliği sırtlanmıştı. Türkiye’de ise mizah, sırat köprüsünden geçerken bile suçu başkasına atmaya, bir günah keçisi bulup kabahati ona yüklemeye hazır bir toplumsal tip ve onun dışa dönük saldırgan mizacı etrafında gelişti. Kikirdemek yerine höykürmek “doğal”lık ve samimiyet ölçüsü oldu. Oysa mizah, doğal değil yapay-kültürel olduğu sürece sağlıklı bir yetidir.

Oğuz Atay’ın yapıtlarında Türkiye’nin “yerli mizah”ını boşa düşürecek ölçüde bireyselleşmiş karakterler mevcuttur. Onun kitaplarında “şok” etkisi yaratan şey geleneksel mizah anlayışı çerçevesinde seferber edilen cinsellik yüklü anıştırmalar değil karakterlerin kendi benliklerine (Turgut Öz“ben”, Hikmet “Ben”ol vb.) yönelttiği kıyıcı ve külyutmaz eleştirilerdir. Korkuyu Beklerken’den rastgele seçilmiş birkaç örnek: “Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım” (s. 33). “Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor” (s.37). “Bu mektubun ne olduğunu öğrenmeliyim, cahil bir gurur içinde yüzmemeliyim. Aydın bir kişi gibi nedenlerini bilerek öğünmeliyim kendimle.” (s. 41). “Dışımdan çok soğukkanlı göründüm” (s. 47). “Saçma ve akıl dışı her türlü sözüme katlanabileceğini gözlerinden okuyorum.” (s. 59). “İşi ciddiye almakla birlikte beni ciddiye almıyordu sanıyorum” (s. 71). “Sevincimden bir sigara tellendirirken’in de resmini çektiler” (s. 73).   

Oğuz Atay bir yerde “sessiz faziletlerin heykeli dikilmez” demişti. Onun miras bıraktığı sessiz mizah anlayışının heykelinin dikildiği Türkiye kuşkusuz çok daha sağlıklı, kendi zaaflarıyla çok daha barışık bir toplum olacaktır.