Sosyalist Siyaset (II)
Murat Belge

Bu yakınlarda, “reddiyecilik” diye adlandırdığım tavır hakkında yazmıştım. Bunu devam ettirmek istiyorum. Solda sık sık rastladığımız bir “eylem” biçimi bu. “Sol” derken, oldukça karışık bir “çizgiler” dünyasına giriyoruz. Ben bu bağlamda gene “sol” diye geçen CHP’den söz etmiyorum. Marksist temelli bir sosyalizmden başlayarak bugün bulundukları noktaya gelmiş çeşitli “çizgi”lerden söz ediyorum. Çizgiler epey farklı olsa da, “reddiyecilik” dediğim bu tavırda çok zaman ortaklaşabiliyorlar.

“Ne o, ne öbürü! Bunlar hep kapitalizm içinde bize sunulan düzmece alternatifler. ‘Devrimciler’ olarak böyle yapay bir seçmeye zorlanmayız. İkisine de ‘hayır’ diyor, boykot ediyoruz.” Sanırım böyle özetlenebilir tavır.

“Niye böyle?” diye sorulursa, sanırım akla gelecek ilk açıklama, bugün bu ülkede “sol”un fazlasıyla zayıflamasıdır. “Düzmece” denilen alternatiflerden (neyse onlar!) birini bir nedenle destekleyip “doğrusu budur, bunu destekleyelim, arkadaşlar!” dendiğinde, kimseyi etkilemeden kalakalma korkusu...

Ama tabii bu zayıflamada, şimdiye kadarki birçok benzer durumda da “reddiyeci” bir tavırla yetinilmiş olmasının payı var. Bu bakımdan bir kısır döngünün varlığı sözkonusu. Kitlelerin, kalabalıkların hayatında farklılık yaratacak bir şey oluyor, sen bu durumda “o da kötü, bu da kötü” demekle yetiniyorsun. Böyle olunca, bir daha seferki zor seçme durumunda “Acaba o ne diyor?” diye merak eden azalıyor. Dolayısıyla güç kaybediyorsun. Kaybedince, müdahale etme imkânların azalıyor, etkileyebileceğin alan daralıyor. Böyle sürüp gidiyor. Sonunda bu tür olaylarda tavır almak “siyasî” olmaktan çıkıyor, “vicdanî” oluyor. O zaman da, elbette, bir sosyalist olarak, “Hepsine hayır” diyorsun. Yani “kapitalizm-içi” bir ucu desteklemiş olmak gibi bir “zül”den kendini koruyorsun.

Korudun, iyi, ama bu aşamada bastığın zemin artık apolitik.

Buna ek bir durum daha var: kesinsizlik, güvensizlik. 20. yüzyılın sonlarına kadar siyasetin bu alanında yer alan grupların kendilerine göre bir kıbleleri vardı. Dolayısıyla tavır almayı gerektiren somut bir olay çıktığında, hemen net bir cevap verilmiş olmasa da, kabaca yön gösterecek bir otorite merkezi bulunuyordu. Bugün bu da yok. Olmayınca, “Hepsi Kötü” demek en sağlam yol.

1989 sonrası durumu anlatıyorum. Ama öncesinin de payı var. Reddiyeciliğin önemli bir kaynağı “devrimcilik”tir. Bizim toplumda “solcu” olmak, “Komünist” olmaktan önce “devrimci” olmak kanalında anlaşıldı, benimsendi ve yerleşti. Bu mantık kabaca özetlersek, şöyle işliyor: “Devrimi yapar, iktidarı eline geçirirsin, sonrası kolay! Çıkarırsın yasaları! Uymayanı temizlersin. Komünizm iyi olduğuna göre, ahalinin çoğunluğu da eşek değil ya; çoğunluk benimser. Düzeni kurarsın.”

“Devrim yapmak” zor. Sanırım bunu herkesi anladı. Kriz filan, böyle bir şeyler olmalı. Darbe iyi olurdu ama o da olmuyor. Belki şöyle esaslı bir faşizm kurulursa kitleler devrimciliği benimser...

Böyle düşünceler. Sonunda devrim yapmak zor, ama ahaliye laf anlatmak daha zor. Biz kapitalizmin içinde kalarak öyle mi, böyle mi diye debelendikçe, bu işin sonu yok, ebediyen böyle gideriz. Oysa bir devrimcinin işi böyle “reformist” işlerle uğraşmak değil, devrim yapmak.

Tabii Sovyetik Sosyalizm’in yüzyıl sonuna doğru uğradığı hezimet, bu mantığın ne kadar sakat olduğunu da gösterdi. Tepeden aşağı zorlamalarla kurulmuş bir “sosyalist düzen”, aslında sosyalist olmuyor. Toplum bu koşullarda ikna olmuyor. Sonra bir gün uygun bir konjonktürde “Buraya kadar” diyor.

Demek ki “ahaliye laf anlatmak” gerek; laf anlatmayı öğrenmek gerek. Bunun için günlük politikayı küçümsememek, güncel akışın dışında kalmamak gerek. Örneğin parlamentarizmi küçümsemek, lânetlemek, komünist olmanın bir koşulu değil. “Devrim” dediğimiz şey, ne olduğunu anlamanın ve “yapma”nın zorlukları dışında, “her derde deva” bir şey de değil. Rusya olsun, Çin olsun, işe devrimle başlamışlardı, bugün buradalar. Çekoslovakya’yı, Polonya’yı Kızıl Ordu “kurtarmıştı” da, öylece sosyalist olmuşlardı (sonra da birkaç kere daha “kurtarmak” gerekmişti), ama Arnavutluk ya da Yugoslavya kendi “devrim”lerini yaparak sosyalist oldular. Bugün onların arasındaki farkın ne olduğunu (bir fark olup olmadığını) anlamak kolay değil.

Hattâ kimi zaman “reform” diye hafife aldığımız bir girişim daha kalıcı, daha dayanıklı olabiliyor. Örneğin, iş gününün sekiz saate indirilmesi bir devrim değil, kırtıpil bir reformdu. Devam ediyor – bütün dünyada. Bugün oturup dört saate indirelim mi diye tartışabiliriz, ama on saate çıkaralım mı diye tartışma açamayız.

Şimdi, bu “reddiyecilik”in en köklü ve uzun vadeli kaynağına geleyim. Bu, Marx’ın kendisi.

Marx, Marksistler’e bir “siyaset teorisi” bırakmadı. Kapital, öncelikle Engels’in çabaları sayesinde üç cilde çıktı. Ardından üç cilt de Artık Değer Teorileri. Bunlar hepsi ekonomi. Şöyle ya da böyle, ama sonuçta ekonomi. Peki bu binlerce sayfaya karşılık siyaset alanında ne var? Fransa’da Sınıf Savaşları. Hepsi 200 sayfa tutmayacak üç kitap.

Ama çok parlak. Aslında çok açıklayıcı. Siyasete nasıl bakılır, bunu büyük bir “vukuf”la ortaya koyuyor. Böyle bir yığın kısa yazısı, makalesi didiklenebilir. Ayrıca siyasî pratik alanında Enternasyonal’i kurmak gibi etkinliklerinden siyasî dersler çıkarılabilir. Ama sonuçta Marx’tan bize bir siyaset teorisi kalmamıştır, diyebiliriz.

Kalmalı mıydı? Bir adamdan her şeyi yapmasını bekleyemeyiz. Bu zaten mümkün de değildir. Ayrıca, ondan aldıklarıyla siyasete giren Marksistler de olmuştur. Gramsci’nin kullandığı terimlerle “manevra savaşı” alanında siyaset yapan Lenin, “siper savaşı” alanında siyaset yapan Gramsci’nin kendisi, epey yol gösterici teorik malzeme ürettiler.

İkisinde de, “Önüne geleni boykot et” anlamına gelecek bir “ders” bilmiyorum.