15 Temmuz'u Dünyaya Anlatmak
Barış Özkul

15 Temmuz, içinde bulunduğumuz sürecin temel belirleyeni ve daha uzun süre öyle olacağa benziyor. 15 Temmuz’un ardından Cumhuriyet tarihi yeni bir evreye girdi, başkanlık referandumuyla birlikte OHAL kalıcı hale geldi. Tarihte bir olayın ardından böyle büyük değişimler yaşandığında komplo teorilerinin rağbet görmesi doğaldır. Devletin hiçbir zaman şeffaflık diye bir derdinin olmadığı Türkiye gibi ülkelerde komplo teorilerinin alıcısı daha da çoktur. Aradan geçen bir buçuk yılda 15 Temmuz’u Reichstag yangınına benzeten, o gece bir tiyatro sahnelendiğini ima eden birçok yorumu okumadıysak bile işitmişizdir. Darbe komisyonunun apar topar sonlanması da bu şüpheleri arttırdı.

Bana kalırsa 15 Temmuz bir tiyatro veya Reichstag benzeri bir provokasyon değildi. Son birkaç ayda basına yansıyan darbe davalarının iddianamelerine bakılınca, bunun Fethullahçılar tarafından can havliyle hazırlanmış bir darbe girişimi olduğu açıkça anlaşılıyor. Örneğin Ocak ayında basına yansıyan TRT baskını iddianamesine göre baskının başında yer alan asker aynı zamanda Balyoz davasının tanıklarından biri. Balyoz hazırlıklarına konu olan 1. Ordu Komutanlığı’ndaki seminere katılan-katılmayan birçok asker tutuklanırken bu seminerin “koordinatör”ü olarak görev yapan bu asker tutuklanmadığı gibi hem onunla aynı seminere katılan askerlerin yargılandığı mahkemelerde tanıklık yapmış hem de HTS kayıtlarında Balyoz belgelerini basına sızdıran kişiyle telefon trafiği tespit edilmiş. Ve Balyoz davasından sonra hızla terfi etmiş. Aynı asker 15 Temmuz gecesi TRT binasına yapılan baskının başında. Ankara’da Türksat binasını ele geçirmeye giden siviller, Akıncı Üssü’ndeki sivil “imamlar” (hadi Adil Öksüz şaibeli, peki öbürleri orada ne arıyordu?) Cemaat’in bu işteki dahlini gösteren kanıtlar. Ama Cemaat bu işi tek başına yapacak güce sahip olmadığı için Ordu’daki bazı sağ-Kemalist kadroları darbe fikrine ikna etmiş görünüyor. İz bırakmamak için ellerinden geleni yapmış olmaları da 15 Temmuz sonrası suyu bulandıran etkenlerden biri; doğrusu 15 Temmuz’a son on yılın davaları çerçevesinde bakılmadığında kafa karıştırıcı olabilecek birçok şey var. Nasıl ki Ergenekon ve Balyoz’u Cemaat’in yaptığına ilişkin “somut-maddi” deliller yoksa 15 Temmuz da büyük ihtimalle askeriyenin içinde değil dışında bulunan kapalı kapılar ardında planlanmış. Dolayısıyla bugün birilerinin kendilerini savunmak için “bu darbenin planı nerde?” diye sormasını “bu planı bizden başka kimse bilmiyordu” diye okumak da mümkün.

AKP ve Erdoğan’ın bir buçuk yıldır 15 Temmuz darbe girişimini dünyaya, özellikle Batı ülkelerine anlatmak gibi bir dertleri var. Bu derdin zaman zaman ısrara dönüşmesinin siyasal İslâm’ın politik faydacılığıyla, gelecek hesaplarıyla bir alakasının olduğu yadsınamaz. “Bakın, biz OHAL ilan ettik, kararnamelerle yönetilen bir rejim tesis ettik, ama 15 Temmuz’da başımıza gelen belanın farkında mısınız?” gibi bir mülahaza sözkonusu. Ne var ki Batı’ya ve dünyaya şimdiye dek bunu anlatmakta pek başarılı olamadılar. Neden-sonuç silsilesi içinde düşünmeye alışmış, “somut delil” arayan Batılı bir zihnin devlet içinde gizlilik esasında örgütlenmiş, Türkiye’ye özgü bir yapılanmanın gerçekleştirdiği darbe girişimini anlaması o kadar kolay değil. Batı’yla aradaki bu uçurum iktidarı her geçen gün öfkelendiriyor ve Türkiye’yi demokratik dünyadan uzaklaştırıyor. En son, 15 Temmuz’un yıldönümünde Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla Guardian’da yayımlanan yazıda yapılan “artık yaramıza tuz basmaktan vazgeçin” çağrısı aynı zamanda bir meydan okumaydı. Konu 15 Temmuz olunca AKP ve Erdoğan her fırsatta Batı ülkelerine kayıtsızlıkları yüzünden serzenişte bulunmaya devam ediyorlar. Bu arada MÜSİAD gibi kuruluşlar da Batı’yı 15 Temmuz’u makul göstermekle itham eden “Batı Medyasında 15 Temmuz” başlıklı broşürler hazırladılar. Bu cenahın Batı’nın vurdumduymazlığından bu kadar emin olmakla birlikte aynı zamanda Batı’ya bir şeyler anlatmakta kararlı olması başlı başına incelenmeye değer bir ruh hali.

Bir an için Batı’nın 15 Temmuz konusunda gerçekten kayıtsız olduğunu kabul edelim ve bunun nedenlerini araştıralım. 

Biri Gülen cemaatinin Batı’daki imajıyla öbürü doğrudan AKP’nin 15 Temmuz’dan sonra izlediği şedit siyasetle ilgili iki neden bu bağlamda öne çıkıyor. İkinci neden daha önemli olmakla birlikte birincisiyle büsbütün ilişkisiz değil.

Gülen Cemaati, Batı ülkelerinde şimdiye dek Türkiye’yi demokratikleştirmek için birtakım faaliyetlerde bulunan dinî bir hareket, bir sivil toplum kuruluşu olduğu izlenimi vermeye devam ediyor. Darbe girişiminin ardından “Freedom House” tarzı kuruluşlar üzerinden 15 Temmuz’un tiyatro olduğu ve Türkiye’nin anti-demokratik bir yola girdiği türünden yayınlar yapmaları da buna işaret. 

Gerçekte Gülen cemaati demokrasi ile ancak biçimsel ve pragmatik bir bağı olan, esasen devleti ele geçirmek/iktidara gelmek üzere örgütlenmiş, kendi düşünce dünyasında bunu her şeyden önemli sayan sağcı, İslâmcı ve milliyetçi bir yapı. Bu bakımdan Türkiye sağının ana akımıyla birçok benzerlik taşıyor; elitist olması nitelik kaygısından çok devlet sevgisinin, bürokraside yükselme arzusunun bir sonucu. Cemaatin vitrinindeki insanların yerleştikleri Avrupa ülkelerinde Kürt sorununun çözümü için yürütülen Oslo Süreci’ni niçin sabote ettiklerini, KCK davalarıyla binlerce insanın tutuklandığı süreci niçin desteklediklerini anlattıklarını sanmıyorum. Liderlerinin Kürt sorununa “devletin orada üç beş eşkıyayı tepeleyememesi ayıptır, üç beş kişi çiğnenemiyor” şeklinde bakacak kadar “demokrat” olduğu bir yapılanmadan söz ediyoruz. Ama Batı’da araziye uyup farklı bir görüntü verdikleri aşikâr; İslâmcı’ların mağdur olduklarında demokrasi simidine sarılmak gibi bir adetlerinin olduğu da unutulmamalı. 

Ama 15 Temmuz konusunda Batı’yla ilişkileri yokuşa süren esas sorun AKP’nin iki yıllık “istikrarlı” tavrı. Uygar dünyanın normlarının egemen olduğu yerlerde bir darbenin kime karşı ve niçin yapıldığı sorusu ancak darbeye maruz kalanların demokrasiyi koruyup geliştirme çabaları ölçüsünde anlam ve değer kazanır. Darbeler demokratik rejime karşı yapıldığında darbeyi savuşturan siyasi iktidardan demokrasiyi derinleştirmesi beklenir. Türkiye’de ise tam tersi oldu. Darbenin asli faillerine ulaşıp darbeye zemin hazırlayan toplumsal koşullar ve siyasi atmosfer ortadan kaldırılacağı yerde AKP karşıtı muhalefetin bütünüyle baskı altına alındığı bir istibdat devrine geçildi. Şimdi Ahmet Şık’ın darbeyle veya FETÖ’yle ne ilgisi olabilir? Üniversitelerden ihraç edilen akademisyenler mi 15 Temmuz’u desteklediler? Buna benzer uygulamaları Batı’da veya Doğu’da sağduyulu herhangi birisine anlatmak mümkün müdür? Bizden farklı düşünen herkesi, savaş karşıtı bildiri yayımladığı için hekimleri, kıyıcı bir dille lanetlediğimizde Batı’da veya Doğu’da uygar dünyanın normlarına inanmış birisinin bize “Ya kardeşim sen de darbe girişimine maruz kaldın, bu haklı öfkeni anlıyoruz” demesini mi bekliyoruz? 

Darbe girişimine maruz kalmış olmak, onca insanın sokağa çıkıp direnerek canından olduğu bir süreci atlatmak az buz iş değil. Türkiye sivillerin canı pahasına sokağa döküldüğü bir darbeyi daha önce görmemişti. Ama 15 Temmuz’un dünyaya anlatılmasının yolu demokrasinin, hukukun ve kuvvetler ayrılığının, barış ve eşitlik söyleminin, hoşgörü kültürünün tekrar egemen olmasından geçiyor.