Oedipus Karmaşası (VIII): Aynadaki Kimdir?
Erdoğan Özmen

Kimim ben? Her birimize daima musallat olan sorudur bu. En konforlu, en güvenli konumlardayken bile, kendimizden ziyadesiyle memnunken, kendimizle barışık ve mutlu hissediyorken, hayatımızın ahengi ve dengesi tam kararındayken, hatta en çok böyle zamanlarda belki de, o soru hiç eksik olmaz tepemizden: Kimim, tam olarak nasıl biriyim, yapmak istediğim nedir, hangi heveslere, ideallere ve amaçlara sahibim? En derindeki arzum nedir? Çünkü, daha çok servet ve zenginlik, daha fazla güvenlik ve konfor, daha fazla güç ve iktidar, daha şık evler ya da arabalar, daha çekici bir vücut vb. vb., daima güçlü bir rekabet ve haset duygusu eşliğindedir. Kaçamayız bundan. Kişiliğimizi, bizi insan yapan değer ve erdemleri aşındırıp duran rekabet, açgözlülük, saldırganlık, haset dürtü ve hisleri tam da böylesi bir bağlamda ortaya çıkar, serbestleşir. Daha mutlu bir hayatın izini süreceğimiz yer değildir burası.

Hayatlarımızın en gerilimli alanıdır kimlik: Taşıdığım kimlik adına, bu güya-yüce ve eşsiz şey için başkalarını öldürmeyi göze alır, en vahşi şiddet/linç eylemlerine başvurmaktan çekinmem örneğin. Bu anlamda kimliğin bir semptom statüsüne sahip olduğu bile söylenebilir: Hem varlığımı en derinden tehdit eden, onu parçalamaya yönelik en dolaysız tehlikedir o, hem de beni, üstelik başkalarıyla oluşturduğum bir grup içinde inşa eden ayrıcalıklı vasıtadır.

Büyük bir tuzaktır kimlik bazen. İçinde savunmasız ve çaresizce kalakaldığımız, en hazırlıksız halimizle yakalandığımız bir tuzak. Sahte bir ıstırap ve yoksunluk hikayesi oluşturarak, bizi gerçek yaşam koşullarımıza ve asıl hakikatimize karşı körleştiren bir serap işlevi görebilir. Bir süredir memlekete hükmeden, bütün hakiki konumların, acıların, karşılaşmaların ve bölünmelerin üzerini örterek etkili olan şu muhafazakar/seküler ikiliğinin feci akıbetlerini düşünelim örneğin. O ikiliğin, biz sola ve sağa işaret eden kavramlarla, eşitlik ve özgürlük idealini, başka bir dünya hayalini konuşmaktan vazgeçtiğimiz ölçüde boşalan yere yerleşivermesinin feci akıbetlerini. Enerjimizi o verimsiz ve kapalı alanda heba etmekte, hiçbir çözüm üretmeyeceği artık iyice açığa çıkan bu kimlik performanslarına yapışık kalmakta ısrarcı olduğumuza göre, önemli sebepleri olmalı bunun. Bizi, daha travmatik ve baş edilemez sonuçları olacağını varsaydığımız sorunlarla yüzleşmekten ve karşılaşmaktan esirgeyen ve teselli eden bir çıpa sağlıyor belki de o kimlikler. O çıpanın, örneğin hayali ve temelsiz bir imparatorluk nostaljisine yaslanmasının bu düzeyde bir önemi yoktur.

Günümüz hiper-kapitalizm koşullarında her birimizin başka hiçbir içerik taşımayan bir homo economicus, tek boyutlu bir tüketici özne suretinde yeniden üretilmesi bile değil artık maruz kaldığımız vahşet. Kölenin statüsünden bile daha aşağı bir düzeye düşmüş, bizatihi kendimiz sıradan ürünlere indirgenmiş haldeyiz çoktandır. Kapitalizmin canavarca işleyişi bu biçimiyle sürdükçe kendinin de her an tüketilme, bir posaya dönüştürülme kaderinden kaçamayacağını duymak kıyametten başka nedir ki? Zamanın ve tarihin sonundan başka? Bu koşullarda verili -dinsel, milli vb.- kimliklerimize sıkıca tutunmak bildiğimiz ve elimizden gelen yegane şey artık. Bu yüzdendir ki, verili kimliklere savunmacı bir refleksle ve çaresizlik içinde geri çekilmemize, bu ümitsiz ricata yoğun bir hınç ve öfke duygusu eşlik ediyor. Önce kendine, sonra da öteki saydıklarına yönelmiş acılaşmış bir nefret. Bu yolla yeni başlangıçlar yapabileceğimize inanmak ne zavallıca. Kötülüğün sıradanlaşmasının hikayesidir bu.

İyiliği de sıradanlaştırabiliriz ama. İyilikle ödüllendirebiliriz kendimizi, zahmetsizce. Ilık, kokulu bir bahar sabahına telaşsızca uyanır gibi. Dayanışmanın, işbirliğinin, kardeşliğin, özgeciliğin, karşılıklı güven ve sevginin bütün toplumsal ilişkileri şefkatle, usulca sarıp sarmaladığı bir toplum ve dünya inşa etmek sadece bize bağlı. Bunun için ihtiyacımız olan tek şey, kendimizi yeniden insanlık olarak, aynı kökenleri ve kaderi paylaşan, insanlığın ortak evinde ikamet eden kocaman bir insanlık ailesi olarak düşünmeyi öğrenmek.[1]

İnsanlık tektir çünkü. Ortak bir insan kimliğimiz vardır. İnsanın birliğini ve ortaklığını, “kahkahalar, gözyaşları ve gülümsemelerin evrenselliğini”, acının, kaybın, sevincin ve hayalkırıklığının ortak kaynaklarını ve ortak biricikliğini yeniden yakalamak ve sonuna kadar götürmek elimizdedir.

***

Demek, çocuğun altı ila onsekizinci aylar arasında, aynada yansıyan kendi beden imgesinde kendini tanıması kurucu bir deneyimdir. Nitekim çocuk söz konusu bu tanımaya, kendini aynada görme edimine belirgin bir sevinçle tepki verir. “Aynada yansıyan imgenin ötekiliğinde kendini tanır: Ve böylece, aynadaki kendini nesneleştirebildiği ve kendini bu imgesel öteki (imaginary other) ile özdeşleştirebildiği bir ikiliğe/çiftleştirmeye maruz kalır.”[2] Çocuk kendi ayna imgesini bir sorumluluk üstlenir gibi üstlenir, içine alır, özümser. Bir kez daha altını çizelim: Ayna imgesinin bir ayna tarafından sağlanması gerekli değildir. Aynı yaştaki başka bir çocuğun imgesi de özne tarafından bir ayna imgesi olarak -demek, henüz öteki öteki olarak tanınmıyordur- algılanacaktır. Bir de, zaten söz etmiştik, annenin (özetle “sen busun”, “… olmalısın” diyen) aynalayıcı tepkileri var tabii ki.

Böylece önümüzde giderek çoğalacak ve çeşitlenecek bir özdeşleşmeler alanı, imgesel ve simgesel özdeşleşme olanakları açılır. “...içinde kendi kendimize hoş göründüğümüz imgeyle, “olmak istediğimiz şeyi” temsil eden imgeyle özdeşleşme (imgesel özdeşleşme) ve tam da gözlendiğimiz yerle, kendi kendimize hoş, sevilmeye değer görünecek şekilde baktığımız yerle özdeşleşme (simgesel özdeşleşme)”lerin alanı.[3]

Kendi ayna imgesiyle özdeşleşme, demek ki narsisistik bir özdeşleşmedir. Bu özdeşleşme sayesinde ve o düzeyde, kendimi bir bütünlük ve tamlık olarak bulduğum bir imgeyimdir artık. Ama aynı özdeşleşmeyle birlikte, kendimi kendimden ayıran bir bölünmeye/yarılmaya maruz kalırım. Öznenin imgesel kimliğinin kendinin dışında olması, “ ben bir başkasıdır” uğrağıdır bu. Lacan’ın deyişiyle “Ayna evresi, içsel hareketi yetersizlikten beklentiye/umut etmeye doğru evrilen bir dramadır.” Bebeğin prematür olarak doğumundan kaynaklanan söz konusu organik/biyolojik yetersizlik ve donanımsızlığın (mutlak çaresizlik ve bağımlılılığın/kökensel uyumsuzluğun) ideal bir imgesel bütünlük tarafından tamamlandığı bir drama. Bu sayede ömür boyu sürecek olan ve daima pratiğini/alıştırmasını yapacağım bir kanal daha açılır önümde: Hakimiyet/tabiyet, aktiflik/pasiflik, özerklik/bağımlılık, ayrılma/kaynaşma kavram çiftleri boyunca durmaksızın müzakere edeceğim ve tartacağım bir hayat sahnem olacaktır artık, sürgit bir hayat gailesi. Demek aynı zamanda yabancılaştırıcı bir özdeşleşmedir bu, öyle ya, bir beklenti/umma jesti aracılığıyla kendimi kendimin olmadığı bir şeyde buluyorsam eğer.

Ayna evresiyle, ötekiyle yabancılaştırıcı imgesel özdeşleşmem sayesinde tam kalbimizde açılan bir yarılmayla biyolojik/organik varlığımla ilişkimde temel bir değişiklik ortaya çıkar. Keşke anlayabilmiş olsaydık ötekinin aslında kendimiz olduğunu dedirten bir yarılmadır bu.



[1] E. Morin, M. Ceruti, Bizim Avrupamız, Çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, 2014, s. 142-43.

[2] L. Chiesa, Subjectivity and Otherness: A Philosophical Reading of Lacan, MIT Press, 2007, s. 16.

[3] Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, Metis, 2002, s. 121.