Diplomat olarak Gazeteci: Jeopolitik Aklın Kör Noktası (II)
Orhan Koçak

Geçenlerde bu siteye gönderdiğim bir iletiye dair haklı eleştiriler aldım: yazı “bulanık”, “gevşek”, “sarsak” ve “fazla dolambaçlı” bulunmuştu. Bir daha okuyunca ben de fark ettim: söylemeye giriştiğim şeyi düpedüz ıskalıyorum. Üslup “dolambacı”, hele yakıcı bir siyasal konu hakkında yazıyorsak, hemen her zaman yazarın kendi zaafının belirtisidir, kendi kararsızlığının. Yine de mesele bir yazarın kişisel kısıtlarından çok daha önemli – dolayısıyla ben de burada vidaları biraz sıkıştırmak ve “hedefe” dolaysızca varmak istiyorum şimdi. 

Bir okur sordu: uluslararası ilişkiler teorisinin kör noktası derken kastettiğin şey, bu teorinin göremediği, bastırdığı, sildiği şey, “sınıf gerçeği” olmasın sakın, sınıflar-arası ilişkiler? Evet ve hayır. Evet, çünkü dünya “uluslar arasındaki ilişkilerden” ibaret değildir, ulusların içinde sınıflar vardır, çatışan toplumsal gruplar. Ama hayır, çünkü bastırma veya görünmez kılma derken daha özgül bir şeyi belirtmek istiyordum, bir “disiplinin” kendi asli verilerine dahil olduğu halde yine de dışarda bırakılan bir şey. Şimdi, “uluslararası ilişkiler” teorisi, adı üstünde, sadece “uluslar” arasındaki ilişkilerle ilgilenmekle yükümlüdür.[1] Keşke “sınıf gerçeğiyle” de uğraşsaydı, diyebiliriz. Ama o zaman disiplinin adı “uluslararası ilişkiler” değil, dosdoğru “Marksist eleştiri” olurdu (yapanlar var, başta Perry Anderson). Hayır, çünkü bir “sosyal bilim”, aslında kendi kayıt sistemine, kendi gramerine ait olan, kendi özgül terimlerinin adlandıracağı, anlamlandıracağı bir olguyu dışarı iterek bir “bilim” haline gelebiliyor, aksaksız bir analiz cihazı olarak iş görebiliyordur. O halde?

Artık istesem de lafı dolandıramam: Ortadoğu ve Suriye hakkında konuşan dış politika yazarlarının (özellikle “bizimkilerin”) sildiği, görünmez kıldığı şey, güncel “uluslararası konjonktürün” berisinde ve ötesinde kalan bir gerçek olarak Kürt halkının tarihsel varlığıdır. Bu varlık tam da “uluslar arası ilişkiler” disiplininin içine yine o disiplinin verdiği (vermesi gereken) bir hak talebiyle sokulur. Ve püskürtülür. Çünkü “henüz” bir devlet değildir. Ve bu püskürtmede, bu görünmez kılma işlemi içinde, o varlığın son dönemdeki en ünlü sözcüsünün bütün bu “uluslar (ve devletler) arası” durumu hafifçe askıya alacak ya da gevşetecek önermesi de konuşulmaz kılınır: “tamam, siz yine devletler olarak kalın, ama ne olur vidalarınızı biraz gevşetin, arkanıza yaslanın, nefes alın, dünyaya bakın, kendinizle ve çevrenizle iyi geçinin” – hayır, bizim dış politika yazarlarımız (Avrasyacı veya NATO’cu veya Osmanlıcı, çok fark etmiyor) “vekil güçler” filan diyerek bu önermeyi de görülmezin, tartışılmazın alanına havale edeceklerdir. (Bu tavır, en basit, gözle görülür gündelik gerçeğin de karartılmasını getirir: haftalarca IŞİD’in saldırısına karşı hiçbir güçten yardım almadan tek başına direnen, sanki Kobani halkının kendisi değilmiş gibi… [2]) Burada elbette Fehim Taştekin’i tenzih ediyorum: Rojava: Kürtlerin Zamanı (2016) adlı kitabının sunuşunda, yıllarca “bölgede” devletler, örgütler ve “mezhepler” arasındaki çekişmeleri bütün yorucu ayrıntısıyla inceledikten sonra, bu analizde bir şeyin dışarda bırakılmış olduğunu fark ettiğini belirtir ve bu kez onu başlığa çıkarır, ona odaklanır. 

***

Bu noktada diplomasi mesleği ve dolayısıyla dış politika yazarlığı hakkında daha genel bir şeyler de söylenebilir. Özdeşleşmelerin alanıdır bu, kurucu bir suç sözleşmesine katılmanın. Çocuk en iyi okuldan çıkar, Washington’da Georgetown’dan, Paris’te Sciences-Po’dan, Moskova’da MGIMO’dan veya burada Mülkiye’den. Önce Delhi’ye veya Lizbon’a veya Abuja’ya ikinci kâtip rütbesiyle gönderilir. Okulda tam anlayamamış olduğu şeyi (zaten baştan beri bilmiyorsa tabii) meslek basamaklarını tırmanırken öğrenecektir: Ruanda’lı genç diplomat, olanca enerjisini BM genel kurulundaki tartışmada Tutsilerin değil de Hutuların mercek altına alınması için harcar; Fransız meslektaşıysa mesela 1961’de Paris’te Seine kıyısında Cezayir bağımsızlığı yanlısı onlarca göstericinin öldürülmesini gündem-dışı kılmak için faaliyet gösteriyordur. Suç inkârı hızla suç sözcülüğüne kayar. “Bizim” hariciyemizin daha entellektüel temsilcilerinden merhum Gündüz Aktan da “monşer” filan laflarına hiç takılmadan bu yol üzerinde gidip dosdoğru MHP’den milletvekili adayı olur.

Dış politika yazarı (Aydın Selcen de münezzeh) sık görüldüğü gibi bu özdeşleşmeyi bir meslek mecburiyeti olarak değil de kendiliğinden, gönüllü olarak üstlenen kişidir. BM koridorlarında gezinirken bir öncü müfrezenin romansını yaşar: ardında bir ordunun, bir devletin yakın desteği olmaksızın “tek tabanca” kendi ulusal aidiyetini temsil etmeye çalışır. Elbette bu aidiyet hemen her zaman bir hassasiyettir (“dişimde bir hassasiyet var” cümlesindeki anlamıyla). Kariyer diplomatından farkı, o küçük, asgari mesafedir, varsa eğer: Sancıyı, “hassasiyeti” kendisi de hissedecek, belki o sırada genel kurulda konuşmakta olan kadrolu muadilinden bile daha derinden hissedecek, ama ertesi gün bu konuda görece mesafeli, hatta azıcık ironik bir yazı yazabilecek kadar da kendi “gazeteci” konumunu muhafaza edecektir. Anlamışsınızdır, mesleğin şu anda en eskilerinden biri olan Hürriyet yazarı Sedat Ergin’den söz ediyorum. “Nerede O Eski Pentagonlar” başlıklı tatlı bir yazısını okuduk geçenlerde (10/2/18). Belki okunmamıştır diye aktarmaya çalışayım. 

***

O camianın, hele kendi gazetesinin en ateşli yazarlarından biri değildir Ergin. Bütün bu “Zeytin” sürecinde canhıraş savaş çığırtkanlığından kaçınmaya çalıştı. Osman Kavala’ya destek için toplanan kişiler arasında görüldü. Avrasyacılardan bir farkı da cümle kurmasını bilmesi, “aklı selim bir kişi” demeyeceğini, bu terkibi kullansa bile “aklı selim sahibi bir kişi” olarak söyleyeceğini hissettirmesidir, “malumu ilan” yerine “malumu ilam” diyebileceğini. Yazıya dönersek, başlıktan da anlaşılabileceği gibi, bir hayıflanma metni bu: nerde o eski itibarımız… 

Seksenli yıllarda Hürriyet’in Washington muhabiriyken “Türkiye söz konusu olduğunda, yönetim içindeki farklı birimlerin değişik, nüanslı bakışlarını, bu arada Kongre’de çatışan eğilimleri yakından gözle[me]” fırsatı bulmuştur. Kongre’nin bu noktada Türkiye’yi en rahatsız edebilecek ABD “birimi” olduğunu belirtiyor: “Burada izlediğim her toplantıda, Türkiye’nin şaşmaz destekçileriyle, Türkiye’nin çıkarlarında hasara yol açabilmek için en küçük fırsatı bile değerlendirmek isteyen Rum [?] lobisinin faaliyetlerini izlemek benim için öğretici oldu. Genelde Ermeni lobisi ile birlikte hareket ederlerdi.” (a.b.ç.) Böyle böyle eğitiliyor genç gazeteci, kendi milli “lobisine” böyle iliştiriliyor. Neyse ki, diyecek Ergin, “neyse ki o zamanlar Türkiye’nin yanında duran Musevi [?] lobisi her seferinde ağırlığını koyar ve bu olumsuzlukları [?] bir ölçüde dengelerdi.” Demek Osman Olcay veya Şükrü Elekdağ veya Deniz Bölükbaşı içerde canla başla vatan savunması yaparken koridordaki genç gazeteci de çarpıntılar içinde kalmıştır: “Sonuçta, ABD Kongresi’nde izlediğim her toplantıdan eve biraz karışık duygularla dönerdim.”

ABD parlamentosu demek o sıralarda Türkiye’yi, Türk diplomat ve gazetecilerini üzen bir faaliyet alanıydı. Ya ABD Dışişleri? Orası da çok huzurlu bir alan değilmiş: “Türkiye’nin önemini müdriktiler ama ikili ilişkilerin gündemindeki bir dizi dikenli sorun da Dışişleri’nin bakışında her zaman kendini gösterirdi. Örneğin her gittiğinizde, ‘Sizinkiler de Kıbrıs’ta bir adım atsınlar artık’ lafını duymadan biradan çıkamazdınız.” Ama anlaşılan Dışişlerindekiler sorumsuz politikacı değil de bürokrat ya da devlet kadını oldukları için, “Yunanistan’la bir dengeleme çabasının hissedildiği bir bakış hâkim[miş]” orada, bütün o süre boyunca. Bu yüzden, diyor Ergin, “Kongre ile kıyasladığımda, evet, ABD Dışişleri’nden daha az karışık duygularla ayrılırdım.” Ergin’in tatlı aktarımından anlıyoruz ki çok uzun bir süre (belki 2012’ye kadar) ABD’de “bizim” hassas dişimize dokunmayan tek “birim” askeriye olmuş:

ABD’nin başkentinde bir yer vardı ki, oraya her gittiğimde Türkiye hakkında duyduğum övgüler, hayranlık ifadeleri her şeyin üstüne çıkardı. Burası Potomac nehrinin karşısında ABD Savunma Bakanlığı, Genel Kurmay ve kuvvet komutanlıkları karargâhlarının bulunduğu Pentagondu […] Bir Türk gazetecisi olarak Pentagon’a yaptığım her ziyaretten, itiraf edeyim ki, biraz yükselmiş duygularla ayrılırdım. Eve dönerken, “Neyse ki Washington’da Türkiye’ye koşulsuz destek veren birileri de var” duygusu baskın olurdu […] Generallerin çoğu sıkı Atatürk hayranlarıydı […] Pentagon, Türkiye’nin Washington’daki en büyük lobisiydi aslında.

Şimdiyse, Washington’da sancıyla, endişeyle ayrılmadığı tek “birim” olan Pentagon’un en yetkili (ve beli silahlı) ağızlarından bile şu türden açıklamaların geldiğini belirtiyor Ergin: “[Menbiç civarında Türk tarafından] ateş edilirse agresif bir şekilde karşılık veririz.” 

Nasıl okumalıyız bu ilginç yazıyı? Adresi neresidir? Hükümet mi? Şey mi diyor yazar, “bakın artık sizin için hiç iyi şeyler düşünmüyorlar orada, saldırabilirler.” Ama bu hükümetin de bilmediği bir şey değil ve aynı uyarıyı çok daha uyarıcı bir şekilde yapan gazeteciler var, Haşmet Babaoğlu veya İbrahim Karagül gibi. Öte yandan güpegündüz “saldırmayacaklarını” Ergin de seziyordur herhalde, sonuçta NATO filan, artı Heyet Tahrir-üş Şam ile iyi ilişkilerimiz… Ama adres siz de olamazsınız, bu sitenin okur ve yazarları: Potomac ırmağı, “Foggy Bottom” (dışişleri binasının bulunduğu mevki), hatta şehrin az dışındaki Pentagon – iyi bir bürokratik-casus romansının bütün bu müştemilatı sizi bunca yıl hiç ilgilendirmedi, heyhat, ilgilendirmeyecek.

Öyleyse bu hayıflanmayı “veteran” bir gazetecinin gecikmiş iç konuşması olarak mı okuyalım? Bundan sonra artık orada o yürek çarpıntılarını yaşamayacağını bilen bir dış politika muhabirinin yavaşça geri çekilme jesti, “benden söylemesi ama benden de artık bu kadar” der gibi? Ama ondan o kadar olmadığını da izliyoruz: Afrin çevresinde TSK ve ÖSO’nun oluşturduğu “hilal”i yine son derece serinkanlı bir dille anlatmaya devam ediyor. Ama şunu da tam anlamıyoruz: ABD askeriyesinin bu yeni “olumsuz” tavrı Ergin’de sahiden bir hayal kırıklığı yaratmış mıdır, yoksa geleceğin iliştirilmiş gazetecilerine ders mi vermektedir? Sezmemiz, takdir etmemiz gereken bir ironi, bir asgari mesafe var mı bu Washington anlatısında? Bulanık durum. Ben sadece bir öğrenim sürecini, bir özdeşleşme sürecini, bu alanın en yetkili temsilcilerinden birinin kaleminden aktarmaya çalıştım. Kendisi de o süreci azıcık uzaktan tasvir edebiliyor olsa bile.



[1] Burada “ulus” derken aslında kastedilen elbette “devlet”tir; ne var ki disiplinin adı “devletler-arası ilişkiler” değil, “uluslararası ilişkiler”dir, ya da en fazla “dış politika”. Sanıyorum, burada da deşilmesi gereken bir zorunlu bulanma, Freud’un deyimiyle bir “proton pseudos”, bir “başlatıcı yalan” var. Devlet ya da iktidar, kendini “ulus” terimiyle aklamak mı istiyor.

[2] Avrasyacı yazarın gözünde bu direniş de bir “pazarlama tekniğine” indirgenir: bölge halkı, ABD’ye “bakın biz direnebiliyoruz, başkalarıyla değil bizimle iş tutun” demiştir (terim Avrasyacı-Osmanlıcı cephenin),