Oedipus Karmaşası (X): Fallusun Anlamı
Erdoğan Özmen
“Fallusla ilişki cinsiyetlerin anatomik farklılığından bağımsız biçimde kurulur.”
Lacan

Ebeveynlerin çocuklarına ilişkin “kendi ayakları üzerinde durabilsin” dileğinde hayatın özeti sayabileceğimiz bir yan var belki de. Ayaklarımız üzerinde durabilmek istiyoruz her şeyden önce. Kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler olarak kendimize yaşamaya değer bir hayat kurmak istiyoruz. Kendimiz için bir hikaye, kendimizin hikayesini yaratma çabasını mütemadiyen sürdürmemiz bu yüzden. En baştaki mutlak bağımlılık ve çaresizlik durumundan çıkarak (hem oradan bir yumurtadan çıkar gibi çıkmak, hem de o durumu aşmak, geride bırakmak anlamlarında) toplumsal/simgesel düzende bir kadın ve erkek olarak (daha doğrusu cinsellenerek/cinsel farkı kayda geçirerek) kendimize bir yer edinmek istiyoruz. Dahası bunu, ancak en yakınlarımızı da (anne, baba, kardeşler) kendi konumlarına yerleştirerek yapabileceğimizi öğreniyoruz. İçimiz ile dışımız arasında ayrım yapabilme ve sonra da iç dünyamızda ve dışarıda olup bitenleri anlamlandırabilme kapasitesine ulaşmak istiyoruz. Kendimizi insan yapmanın zahmetli süreçlerini; travmaları, eksikliği, kayıpları, yoksunluk ve hayal kırıklıklarını, muhtelif kaygı ve korku durumlarını, bağlanma ve güven meselelerini, dürtü ve arzunun patikalarını, sevgiyi ve özdeşleşme biçimlerini kat ede ede olgunlaşıyoruz. Ayrılmanın ve özerkleşmenin meydan okumalarına katlanarak, tahammül ederek büyüyoruz.

Oedipus karmaşası/dönemi bu sürecin belki de en önemli kavşağıdır. Özneye kültürün yasasına tabi olarak, toplumsal/simgesel düzene dahil olmak ve yerleşmek için gerekli olan donanımı ve imkanı sağlayan önemli bir kavşak. Fallus, Annenin arzusu ve Babanın Adı (the Name-of-the-Father), Lacan’ın Oedipus karmaşasını yeniden tanımlamasının, psikanalizi diğer bütün psikolojilerden ayırdeden bu önemli teoriyi dilbilimin araç ve imkanlarıyla yeniden ele almasının temel kavramlarıdır. Bir kere daha söylemek istersek; ruhsallığımızı, içimizden yükselen dürtüsel uyarıma hükmetmeye ve cinsel farkı/cinsiyet farklılığını kayıt altına almaya çalışarak tedricen yapılandırıyor, deyim yerindeyse, böylece bir kimlik ediniyoruz. Oedipus karmaşası, öteki/ler olmaksızın gerçekleştiremeyeceğimiz bu iki çetin görevin enine boyuna müzakere edildiği ve temel biçimini aldığı yapının adıdır. Böylece, asıl olarak zevk (jouissance)/dürtüsel uyarım hattı boyunca gelişen, temel meşguliyeti ve çerçevesi bununla sınırlı olan anneyle ikili imgesel ilişkiden Babanın Adı’nın müdahalesiyle koparak (demek simgesele kaydolarak); kendimizi bu ayrılığı gerçekleştirmiş arzulu bir varlık olarak yaratmaya koyuluruz. Kendimizle ve ötekilerle aramızda bir mesafe yaratıyor, mesafeli bir varoluş ediniyoruz. Bu bağlamda Zizek’in, “yersiz-yurtsuzlaşmanın işletimcisi olarak Oidipus” tan söz edişini analım:

“Freudcu Oidipus kompleksi (özellikle de Lacancı yorumuna göre) toplumsal yoğunlukların çokluğunun anne-baba-ve-ben matrisine indirgenmesinin tam karşıtı değil mi: Yani, gerçekte öznenin toplumsal uzama patlayarak açılışının matrisi? “Simgesel iğdişe” maruz kalmak öznenin aile ağının dışına atılarak daha geniş bir toplumsal ağa doğru itilmesinin bir yoludur –yersiz-yurtsuzlaşmanın işletimcisi olarak Oidipus.”[1]

Demek ödipal yapı, çocuk ile anne ( anne her birimiz için ilk ötekidir ve bu yüzdendir ki, Lacancı psikanalitik teoride mOther (anne-Öteki) olarak da yazılması mümkün olur) kökensel ayrılma kaygısı boyunca cereyan eden ilişkiye yeni bir çerçeve kazandırır, ve söz konusu bu birincil ilişkiyi/etkileşimi kendi sınırlı düzleminden çıkararak, denkleme diğer ötekiyi de (baba) dahil edip ikili ilişkiyi üçlü bir düzene taşır. Bu, iç ve dış gerçeklik arasındaki ayrımı, dolayısıyla kendi üzerine düşünümü (refleksiyon) ve temsil kapasitesini (kendinin ve ötekilerin zihinsel temsilini) mümkün kılan en temel gelişmedir. Dürtünün boğucu, paralize edici geriliminden kurtulma umuduyla çocuk yüzünü ilk Ötekine çevirir. Daha bu aşamada, başka hiçbir şey mevcut değilken, orada bulunuşu ve salt imgesiyle Öteki (bu saf mevcudiyet biçimiyle), çocuğa bir özdeşleşme imkanı, benzersiz bir vaat sunar. Şu halde ilk acı deneyiminin, ilk ıstırabın sadece öznenin benliği/bedeni ile sınırlı olmayıp, en baştan itibaren özne ile Öteki arasındaki ilişkide var olduğunu, bu ilişkide asıl anlamını edindiğini söylememiz gerekiyor. Sonraki tüm hayatımız boyunca kuracağımız, faili olacağımız özneler-arası tüm ilişkileri belirleyecek olan ilk kalıptır bu. Söz konusu bu İkili ayna özdeşliğinin/kimliğinin bir imkan olarak ortaya çıkmasıyla kendi dürtüsel gerilimime/acıma hakim olma umudunun belirmesi eşzamanlıdır. Bu, tümüyle Ötekinin sorumluluk, dikkat, özen ve şefkati sayesinde mümkün olan bir ilişki biçimidir.

Şöyle söyleyebiliriz demek ki: Kendimizi Ötekine emanet ederek başlarız hayata. Ötekine tabi ve teslim olarak. Ötekine sokularak. O halde, hem ihtiyaçlarımızı dilin bozucu/çarpıtıcı ortamında ifade etmeyi/dile getirmeyi kabullenmek anlamında dil olarak büyük Ötekiye, hem de onun sözcükleriyle konuşarak bize eğilen/yönelen anne ötekiye (mOther; çünkü hayatımızdaki bütün somut ötekilerin bizi karşılama, kapsama ve etkileme biçimleri sözcükler –değilse de mutlaka sözcüklerin eşlik ettiği eylem, davranış ve jestler- aracılığıyla ete kemiğe bürünür) tabi ve teslim olarak var olmak, ortaya çıkmak kaderimizdir. Bu tabiyetin sonucunda kazandığımız şey dilin öznesi haline gelmek, dil içinde bir özne olmaktır. Konuşan bir özne olarak öteki bizimle konuştuğunda –kendimiz konuşamıyorken, henüz dil öncesi varlık statüsündeyken– harikulade bir şey daha olur. Arendt’in sözleriyle söylersek: 

“Dünya ne insanlar tarafından yaratıldığı için ne de insan sesi çınlıyor diye insanidir, yalnızca diyalog nesnesi olduğunda insani olur (…) Dünyada ve bizde olup biteni konuşarak insanileştiriyoruz ve bu konuşma içinde insan olmayı öğreniyoruz.
Gerçek insani diyalog, sıradan konuşmadan ya da tartışmadan farklı olarak, öteki insandan ve onun söylediklerinden alınan zevki kapsar.”[2]

Onlara konuşuluyorken bebeklerin verdiği tepkileri, bir de, konuşmaya, bu mucizevi edime kendiliğinden eşlik eden insanlık hazzı ve sevinci açısından düşünmeliyiz demek ki.

Ayrıca şüphesiz, İçimize işleyen eşsiz bir güven ve inanç duygusu eşliğindedir tüm bunlar. Parçalanma, yok olma korkularının bütün benliğimizi sardığı kaskatı bir çaresizlik ve acı içinde dona kalmışken, öteki katıksız mevcudiyetiyle oradadır işte, ve harikulade bir sevgi ve kapsayıcılık jestiyle “korkma, ben varım” demek istiyordur. (Bazı psikoterapi biçimlerinin bazı anlarını da bu bakımdan –ilk özne ilişkisi bağlamında- düşünebiliriz pekala: Misal, terapistin seansta bulunma biçimi ve tutumuyla –bazen sözel olarak da-; “kaygı ve korkularının sebep ve anlamlarını birlikte merak edecek, bunlara birlikte tahammül edeceğiz”, ya da “sen tahammül ettikçe ben de tahammül edeceğim” demek istemesi, demesi gibi). Temel güven ve inanç duygusundan mahrum kaldığımızda, bu, sonraki tüm hayatımızı rehin alacak olan bir kara deliktir artık. Bir uçurum açılır ve oraya bütün ilişkilerimizde aradığımız, ve ama tam da –bilinçdışı olarak- ilk/orijinal haliyle bulmayı arzuladığımız için daima tam aksi akıbetlerle karşılaşmak zorunda kaldığımız bir hüsran kısır döngüsü yerleşir.

Çocuk annesinin bütün sevgi ve ilgisinin kendinde toplanmasını ister. İçinden yükselen, varlığının denge, uyum ve sükunetini mütemadiyen alt üst eden dürtüsel uyarımın/gerilimin eksiksizce cevaplanacağının teminatı olarak anne her şeyiyle ona ait olmalıdır. Bunun için, yani kendi arzusuna bir yanıt bulma amacıyla annenin tüm arzu alanını doldurmak, annenin her şeyi olmak ister. Ancak kısa sürede, annenin biricik ilgi nesnesi olmadığı, annenin arzusunun yalnızca ona yönelmediği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Annenin ilgisini çeken, dikkatini dağıtan, arzusunun yöneldiği çeşitli nesne ve etkinlikler arasında bir üçüncü unsur özellikle önemlidir. Üçüncü unsurun yani babanın rolü bir yandan da anne-çocuk ikiliğine son vermektir. Çocuk tarafından başlangıçta bir tecavüz olarak deneyimlenen babanın –ya da Babanın Adı- sahneye dahil olması, çocuğun anneye ilişkin tekelci ayrıcalık ve haklarının yasaklanması biçimini alır. Dolayısıyla annenin ötesindeki, anneyi cezbeden, onun arzusunu kendine çeken bu yasak kaynağını/yasaklayıcı merciyi konumlandırmak ve kavramak da artık çocuğun ilgi ve merakını tetiklemeye başlayacaktır. Şimdi çocuk kendini, yalnızca annenin bakışı ve sözcükleri açısından değil, aynı zamanda söz konusu bu diğer ötekinin sözcükleri ve bakışı aracılığıyla da görmeye başlayacaktır. Böylece kendini ötekilerden (anne ve babadan) ayıran sınırın, farklılık boyutunun giderek belirginleşmesi yeni özdeşleşme ve seçim imkanları, ve yeni sorular ortaya çıkarır:

“İlk Ötekinin arzusuyla, ve ikinci Ötekinin arzusuyla ilişkili olarak ben kimim, ve ikisi arasında yerleşeceğim konum hangisidir? Lacan için, bunların tümü için ayırt edici unsur simgesel fallustur. “İlk Öteki (anne) çocuğun kendisinin veremediği bir şey için ikinci Ötekiye (baba) yönelir. Böylece çocukla anne arasında üçüncü, dolayımlayıcı bir nokta kurulur. Buradaki varsayım bu Ötekinin “o şey”e, içsel gerilim artışının yanıtına sahip olduğudur. Bu “o”yu tam olarak oluşturan şey çocuk için açık değildir. Ve aynı eksiklik yetişkinlere de musallat olur. “Bu kadında gerçekten bir şey var!”… “Bu herif ona sahip” türü ifadeleri düşünelim. Fakat bu şey ya da “o” tanımlanmak istendiği an bir imkansızlıkla yüz yüze kalırız. Elimizdeki tek şey “o”nun cinsiyetle ilgili bir şey olduğu, ve Ötekinden bir yanıt bulma arzumuzu yatıştıracağı/yanıtlayacağı varsayımıdır. Freud’un buna verdiği içerik naif olduğu kadar radikaldir de: “O” gerçek penistir. Lacan ise belirli bir soyutlama düzeyinden fallus terimini türetir.”[3]

Psikanalitik teorinin ve ruhsallığımızın belki de en önemli konusudur bu. Ödipal yapının merkezi temasıdır. Çünkü cinsel fark, kadınlık/erkeklik, cinsellik, fantezi/gerçek, virtüel/edimsel, arzu/dürtü meselelerini kat eden bir genişliğe sahiptir.

[1] Zizek, Organs without Bodies, Routledge, 2004, s. 83 (Türkçe çevirisi: Bedensiz Organlar, Çev. U.Y.Kaya, Monokl, 2013)

[2] Z. Bauman, Akışkan Aşk, (çev. Işık Ergüden), Alfa, 2017, s. 198-99.

[3] P.Verhaeghe, On Being Normal and Other Disorders, Other Press, 2004, s. 169.