“Çocuklar için”: Haset ve Siyaset (III)
Orhan Koçak

Kötü bir şimdinin içinden iyi (daha iyi) bir gelecek imgesine bakmak: sol düşünce için nicedir bir sağ kalma yordamı olmuştur bu, sağ ve sağlıklı kalma… Özellikle varolan koşulların sol düşünce için düşünsel zorluk çıkardığı zamanlarda güçlenen bir eğilim. “Ütopyacılık” ile “tarihsel maddecilik” arasında bir çeşit kısa devre ortaya çıkabilir böyle anlarda, ikisinin de asıl gücünün azalmasına yol açan bir dolaysız temas ve karışma. Ama o imgeye tutunmaya, onu sürekli sulamaya mecburdur sol zihin: sadece koşullara teslim olmamak için değil, sırf kendi sağlığını, asgari berraklığını koruyabilmek için de.[1]  “Torunlarımız bizim gördüklerimizi görmeyecekler, görmesinler.” Yirminci yüzyılda özellikle bu ülkede yaşamış hangi solcu zaman zaman buna benzer bir cümle kurmamıştır ki, ister içinden ister sesli? O iyi imge, bugünü ve burayı görmemek, unutmak pahasına diri tutulabilecek gibidir. Ama işte gizliden gizliye bir kayıp duygusu da sızıyordur o temenniye: evet, görmesinler, yaşamasınlar, ama hiç mi bilmesinler, bizim ne çektiğimizi hiç mi anlamasınlar… Duyguların, isteklerin birbirine karışır olduğu bu sulusepken eşikte iki farklı tavır belirebilir. Birbirinden farklı olmakla birlikte ikisi de “kötü bugünün üstünden iyi geleceğe bakma” işlemiyle yetinmek istemiyordur. Örneklerimi şiirden alıyorum, ama edebiyattan söz ediyor olmayacağız.

***

Tavırlardan birini bugüne ve buraya mıhlanmak olarak tanımlayalım, bakışımızı geleceğin imgesinden sakınıp sadece varolana odaklamak. Turgut Uyar’ın 70’li yılların başında yazılmış “Acının Tarihi” şiirinin ikinci yarısı (ama başından alınırsa daha iyi olur): “oysa gece tam yarısıdır bir günün / ve daha güçlüdür gündüzden // ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara / sokaklara köprülere kiremitsiz damlara / taşlara sopalara amanvermez silahlara / şehir haritasına, trafik lambasına kan içindeki adamlara / … / kan umutsuzluktur / ona kendini hazırla / ne kadar yalnız olduğumuzu hep hatırla / açlıkları yoklukları kırımları / … / bir bölgeden birine giden orduları uçaklarla / yalanlar ihanetler karmakarışık limanlar / iki şeyin apansız karşı karşıya geldiği dünyada // ben şimdi diyorum ki buna inanmak gerek / bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek devam etmek adına // diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan / boyuna tükürmek için / boyuna”.

O “kiremitsiz damlar” sözü söylenen şeyi Uyar’ın 70’li yıllarından alıp en kısa yoldan bizim ânımıza ulaştırıyor, çocukların sıvasız evlerden alınıp boyuna oraya buraya “sevk edildiği” günümüze. Ama tavır nettir ve Uyar’ın ilk iki dizede belirginleşen “gnostisizmine” de indirgenemez – olsa olsa, o kapkara gnostik tavır “direnme” fikrini besliyor, “suluyordur”. Kötüden gözünü ayırma, diyor şiir, görebildiğin, ayırdedebildiğin sürece onu gör, ona dimdik bak – bak ki başka bir şey belirdiğinde onun başkalığını da farkedebilesin. Ve asıl bak ki “tükürme” kapasiten eksilmesin.


***

Birinci tavır bugünü aşıp geleceği hayal etmekti. İkincisi gözümüzü buraya, şimdiye dikmek, buradan hiç ayrılmamak. Üçüncüsü, Sabri Altınel’in sanırım 70’li yılların ikinci yarısında yazılmış bir şiirinde, “Dünyayı Alıyor Sevginin Ağırlığı” parçasında ortaya çıkıyor. Şiirin başlığı görünüşte bizi Uyar’ınkinin kutupsal karşıtı bir bölgeye gönderir gibidir, hatta o birinci (“imgeci/hayalci”) yönelişe. Bir bulut inmiş ve iklim bir anda değişmiştir. Biyografi de bizi bu yoruma iter: Altınel, birlikte anıldığı “40 Kuşağının” bütün öbür sosyalist şairleri gibi, yetişkin hayatı boyunca tahammül gücünü büyük ölçüde bir iyi gelecek imgesinden devşirmiş olmalıdır. En çok Ömer Faruk Toprak’ın şiirlerinde belirir, ama daha dağınık olarak öbürlerinde, Rıfat Ilgaz’da, Fethi Giray’da, Enver Gökçe’de veya erken Arif Damar’da da kurucu temadır: iyi gelecek kötü şimdinin kurtarıcısı veya kefilidir, hayatımız bundan, bu Sansaryan Hanı’ndan, bu kapatılma ve falakadan ibaret değildir. Allahın kovduğu bir yerde öğretmenlik yapmaya gönderiliriz, ama sonra Sabahattin gibi biz de kendimizi “kurşun kubbeler şehrinde” (İlhan Berk) buluruz, arkadaşlarımızın, bize benzeyen insanların, hayatlarına yine de devam eden emekçilerin arasında. İşte Sabri Altınel’in şiiri (başlığına rağmen) kendini bu uyuşukluğun içine sızdırıveriyor; hadise çıkarmak amacıyla değil şüphesiz, “şiirden”, “edebiyattan” hiç taviz vermiyor, bir Fransızca öğretmeni olarak. Ama bir şema yerinden oynamıştır orada. Ama okuyalım, ilk iki kıtayı: 

Sahne gecedir, sessiz olduğunu varsaydığımız geceyarısı: “Yarı gecenin içinde eteklerinde dünyanın / Ay ışığı vurmuş kuma / Bunca deneyler bunca alın terleri / Geçiyor ölümün ötesine insan / Bir sonsuzluk sofrası gibi açılır doğa.” Zaman kipinin hiç grameri umursamadan nefis bir şekilde şimdiki zamandan geniş zamana sıçramasından da anlayabileceğimiz gibi, şiir çoktan zamanın ve tarihin kaldırıldığı bir cennet ebediliğine geçmiştir, biz kumsalda ay ışığının kıpırdanışlarıyla oyalanırken. Bir ideal zamana. Onca çaba ve yorgunluk, onca ter ve yenilgi şimdi nereye gitti derken. 

Evet, aktardığımız kıtanın sonunda şiir bizi kıtlığın, çekişmenin, birbirini yemenin ötesindeki bir cennet durumuna, o “iyi imge”nin en iyi, en güzel, en ideal halinin çoktan gerçekleşmiş olduğu bir mutlak ve toptan barışma ânına çekmiştir, hasetin ve kızgınlığın giderilmiş olduğu bir düzlem, bir “sonsuzluk”. Sonra, bu sonrasızlık düzleminin nesnel, tarafsız, serinkanlı tesbitinden sonra, emir/dilek kipiyle başlayan şu vurgulu, zorlayıcı kıta geliyor:

Öfkeyi ve çamuru al buradan ey geleceğin insanı
Umutlar söz vermeler günün karnında
İyi bir ışık iniyor sessizce uyuyan denize
Korkuyu ve ikiyüzlülüğü al
Acı soğanı ve taşı

*** 

Bu iki şiirin niyet olarak birbirine çok uzak olduğu sanılır, biri habis öbürü selim. Ama büyük ölçüde aynı malzemeden yapılmış olduğunu görmüş olmalıyız. Uyar’ınki “yalanlar” ve “ihanetler”den söz ediyordu, şu halde bir doğruluk beklentisinden, bir sadakat beklentisinden. Altınel’inkinde de (üstelik “günün karnında”, hayatın en bulanık, en kirli, en kontrolsüz orta yerinde) “söz verme”lerden söz edilmekte. Bu usta dil hocası, orada “vaat” sözcüğünü kullanabilirdi, sadece bir Atatürkçü solcu, bir inançlı TDK’cı olduğu için mi kaçındı ondan? Yoksa boyuna verilen ama hiç tutulamayan sözleri mi kastediyordu, “günün karnında” fokurdamaya devam eden “yalanları”, bulanıklıkları, kötü kokuları, “ihanetleri”? Adam isteseydi eğer, günün karnında demek yerine günün tam en ışıklı, en gölgesiz, en saydam orta yerinde diyemez miydi? 

Öte yandan, bu iki şiir niyet olarak yakınsa bile, kullandıkları ahlaki teknik olarak birbirinden uzaktır. Ben Altınel’in o satırları Uyar’ın “Acının Tarihi ve Coğrafyası” parçalarını okuduktan sonra yazmış olduğunu sanmak isterim (bir CHP’li olarak “ummak isterim”). Ama buna “spekülasyon” diyorlar, “tahmin”. Tahminden, kumardan geri durduğumuzda, şairlerin kendi şiirlerini kapalı bir odada etrafa bakmadan sadece kendi başlarına yazdıklarını kabul ettiğimizde bile (ki mümkündür, bu kadar çok çöp şiir yazıldığına göre) ben yine de demek isterim ki Altınel’in şiiri bize Uyar’ın katışıksız negativizminden farklı bir zihinsel selamet yolu gösteriyor. En az onunki kadar kötülükle içli dışlı, negatife odaklanan, ama onu işte Uyar’da tam olmayan bir diyalektik (?) hamleyle başka bir yere, bir kurtulmuşluk düzlemine yükseltebilen bir bakış. – Şiiri “yorumlamak” zorunda kalmak istemezdim.

***

“Öfkeyi ve çamuru al buradan ey geleceğin insanı.” Basitçe gidelim mi: ne yapacaksanız bundan, bu malzemeden yapacaksınız diyor şiir, öfkeden ve çamurdan, tam olarak bizden. İlerde iyi bir şeyler olabilir, olmayabilir, ama olacaksa bile şu günün imkânlarından, bizim şimdimizin sunduklarından yapılmış olacaktır. Başka deyişle, varılmış gelecekten çok, aşılmış geçmişe benzeyecek, ondan hızla uzaklaşırken bile. Biz böyle konuşurken bir anda idealin evreninden “iyi” bir ışık iniyor bizim mendeburluğumuzun üstüne. Yetersizliğin, yoksunluğun, hasetin imgesini “iyi” bir kumsala çekiyor, yumuşatmadan. Yoksunluğun değişmez imgeleriyle, acı soğan ve taş.

Kötü bugünden kurtulmuş geleceğe seslenmeye çabaladı “40 Kuşağı”, Ahmed Arif bile. Altınel’in bu şiirinde (ama bütün işlerinde) bir gidip-gelme belirir, konuşanın tam nerede durduğunu, bize nereden seslendiğini hemen anlayamayız. Hem buradan, bizim durduğumuz yerden “geleceğin insanına” hitap ediyordur, hem de “bir sonsuzluk sofrasının açılmış” olduğu ideal ve kusursuz bir gelecekten bugünün sıkıntılarını, yetersizliklerini izlemektedir. Ne diyor, kendisi tam farkında olmasa bile – ya da asıl biz ne anlamalıyız, belki sadece şu: güzel gelecek güzel şeylerden yapılmış olmayacak ve belki kendisi de hiç güzel olmayacak. Ama sanıyorum bunu bugünün gençliği içten içe çok iyi ezberlemiş durumda. Tatlı bir akşamüstü ışığında söyleniyor: Ciao bambino



[1] Burada “zihin” derken bireyi kasdettiğim anlaşılmıştır. Grup veya örgüt düzlemine çıkınca bu tutunma çabasının içeriği ve amacı biraz değişir. Düşünsel ve duygusal yatırımın nesnesi olan şey, bir “gelecek imgesinden” çok, o örgütün ya da hareketin geleneğidir, şanlı geçmişi. Ama bu da bir beka tekniğidir, örgütsel varlığın muhafazasını ve böylece iyi gelecek için çalışmaya devam etmesini sağlar, çalıştığını düşünmesini.