“Kader”imizi Seçecekken
Ömer Laçiner

“Hafıza-î beşer (insanın hafızası) nisyan (unutma) ile maluldur (hasta)” özdeyişi, unutmanın normal bir özelliğimiz değil, bir hastalık yani tedavi edilebilir, dolayısıyla geçici bir zayıflık olduğunu ima eder.

Bu sözün başkaları için doğruluk derecesini bilemem ama ortalama Türkiyeli hafızası için unutmanın bir hastalıktan ziyade normal, adeta “yapısal” bir özellik olduğunu; dolayısıyla “tedavi”nin yetemeyeceğini, ancak kendini dönüştürmekle bu yapısal zaafını giderebileceğini söyleyebilirim.

24 Haziran’da erken (baskın) seçim kararı alınmasına dair yorumların çok büyük çoğunluğuna baktığımda az önce söylediğime daha fazla inandım.

Çünkü o yorumlara, açıklamalara göre AKP-MHP ittifakı, daha Nisan başlarında bile kesin bir dille sözkonusu olmadığını söyledikleri erken seçim ihtimalini, son zamanlardaki ekonomik dalgalanmanın, Suriye üzerinden uluslararası düzeyde vuku bulan gelişmelerin zorlaması ile düşünür olmuş ve Devlet Bahçeli’nin girişimiyle de mecburen kararını vermiştir.

Gerçi, azımsanamayacak bir kesim, ortada bir “danışıklı dövüş” olduğunu söylemekte ama kararın veriliş ve rol paylaşımının ayarlanma tarihinin yakınlarda olduğunu da ima etmektedirler.

Oysa çok değil, şu son altı ayın başlıca spektaküler olaylarını hatırlayıp, birbirleriyle bağlantılandırdığımızda, –biri de erken seçim olan– “kesin sonuç” amaçlı bir hamlenin, çok daha öncesinde 2017’nin son aylarında kararlaştırıldığını ve adım adım yürürlüğe konulduğunu pekâlâ görebiliriz.

Şüphesiz AKP-MHP ittifakının bu planı tam da istediği gibi yürümedi, yürütülemedi. Ayrıca belirtilmelidir ki; o hatırlamamız gereken olay ve gelişmeler esnasında aklımıza gelen ve tartışılan şüphe, ihtimal ve niyetlerin sadece “ittifak”ın seçim kazanma hesabıyla sınırlı olmadığını, daha karanlık ve ürkütücü bir hesabın da sözkonusu olabileceğini düşündürttüğünü de unutmayalım. Örneğin, “Başkanlık rejimi”ne ilişkin onca uyum yasası bekletilirken; hükümetin istismar ve hilelerine, o denli açık bir seçim yasasının süratle çıkarılmasına “iç savaşı mı körüklemek istiyorsunuz?” diyen eleştirileri.

Ve yine hatırlayalım ki; o seçim yasası çıkarılırken, Türkiye’ye yönelik herhangi bir terör eylemiyle irtibatlandırıl(a)mayan Afrin kantonu, birdenbire, üstelik bir “varoluş-beka meselesi” abartısıyla gündeme getiriliverdi. Abartma, Afrin harekâtını Kurtuluş Savaşı’yla Çanakkale Savunması ile eşdeğer, özdeş sayma gibi akla, izana zarar düzeylere bile çıktı. Ama bu aşırı milliyetçi ajitasyon, HDP hariç tüm başlıca partileri peşinden sürükleterek bir bakıma amacına vardı gibi gözükse de; HDP’nin basiretli tutumu nedeniyle pek de umulan sonucu vermedi. Ve harekâtın her gün yüzlerce PKK-PYD’li öldürerek yürütüldüğüne dair haberler, ne de harekâtın Afrin’le sınırlı olmayıp, hemen Menbiç’e, oradan da diğer Kürt kantonlarına ve Irak Kürdistanı’na kadar uzanacağını ilan eden beyanatlar HDP ve Türkiyeli Kürtler’in kararlı sükûnetini bozmadı; aşırı reaksiyon hemen hemen hiç görülmedi. Hükümet ve ittifak partileri de savaşı kınayan, “insanlar ölmesin” diyenleri terörist diye yaftalayıp tutuklamakla yetinmeye mecbur kaldılar.

Eğer, Afrin harekâtı sürerken, her gün yüzlerce soydaşının –“terörist” damgası vurulmuş olsa bile– öldürüldüğünü ve aynı şeyin yakında Haseke ve Kobane’de de yapılmakla kalınmayıp, Kuzey Irak’ta da sürdürüleceğini defalarca duyarak galeyana gelebilecek bir kısım Türkiyeli Kürtler ile bu galeyana misliyle “cevap” vermeye zaten teşne Türk milliyetçileri arasında çatışmalar meydana gelseydi; AKP-MHP ittifakının bu olaylar karşısındaki tavrı, “bu ortamda 2019 seçimleri bile yapılmamalı” mı olurdu; yoksa “hazır milliyetçi reaksiyon bu düzeydeyken derhal seçime gidelim sonuç mutlaka lehimize olacaktır” mı?

Ama; hem HDP’nin ve Türkiyeli Kürtlerin basiretli tutumu hem de ittifak cenahında “biz bu Afrin harekâtından pek bir şey anlamadık” diyen AKP’li pankartlarda ifadesini bulan milliyetçi kabarmanın umulandan düşük oluşu; öyle anlaşılıyor ki ittifakın hesabını aksattı. Harekâtın ülke kamuoyunda oluşturulan beklentiden çok daha yavaş seyretmesi; Rusya ve ABD’nin verdikleri “icazet”in giderek daha göze batar hale gelişi de öyle.

Sonuç olarak; 16 Nisan referandumunda, iktidarlarının dayandığı “çoğunluk”un kılpayı denilebilecek bir orana bağlı olduğunu ürpertiyle görmüş AKP-MHP ittifakının, Afrin ve onun yol açabileceği çatışmaların doğuracağı milliyetçi atmosferden yararlanıp, egemenliklerini en az 2023’e kadar uzatma plânı umulduğu gibi işleseydi erken seçim örneğin Şubat’ta ilan edilip Nisan sonunda yapılıyor olabilirdi.

Ama tek bir şey değişmezdi: İttifakın bu seçimi her ne pahasına olursa olsun lehine sonuçlandırma tavrı. Seçim yasasını hükümetin her tür manipülasyonuna apaçık biçimde değiştirmekten çekinmeyen bu gözünü karartmışlığın 24 Haziran’a giden süreçte ve o gün tüm şiddet, baskı, hışım ve hınçla kendini göstermeye hazırlandığını şimdiden biliyoruz.

Seçimi boykot etmeyi düşündürtecek kadar yoğun ve kesin bir bilgi bu.

Ama eğer Türkiye toplumu bir organizmalar topluluğu derekesine düşmek –ki ittifakın egemenliğinde gidilecek yer orasıdır– istemiyorsa; bu “irade”nin potansiyeline sahip ise; bunu kanıtlayacağı sınav 24 Haziran’a giden süreçte ve o gün cereyan edecektir. Türkiye toplumu, hukuksuzluğun, büyüme/irileşmeden başka “değer” tanımama ve üretememenin hükümranlığının ve zorbalığın alabildiğine aşındırdığı özsaygısını yeniden kazanmak ve gelişiminin önünü açmak için, bu sınavı demokrasi ve insanlık değerlerini özümsemiş bir direniş ruhuyla verebilmeli ve böylece de geleceğini yapıcı ve yaratıcı özelliklerini parlatarak kurmaya yetenekli olduğunun ilk kanıtını sergileyebilmelidir.

Bunu, ittifakın ardında duran ve Türkiye ergin nüfusunun en az %35-40’ını oluşturan kitlenin büyük kısmını karşısına alarak, onları kendi ötekisi/zıddı olarak gören bir yaklaşımla değil, tam aksine onların Sünni-Türk kimliğe sıkıştırılarak kişiliksizleştirilmelerini sorgulatacak özendirici bir dili geliştirebildiği ölçüde yapabilecektir. İttifakın fizikî güç ve cinselliğe takıntılı bir dindarlık/dinbazlığa verdiği primle, İhsan Eliaçık gibi vicdana, adalete ve ahlakî yüceliğe çağıran dindarlara reva gördüğü zulmün aynasında bu sorgulama ve özendirme pekâlâ mümkün olabilecektir.

Vasatın, vasat altının sayısal gücüne, şiddet ve şirretlik kapasitesine dayalı bir otokratik rejimi yerleştirme amacıyla kurulmuş AKP-MHP ittifakı ile mücadeleye kararlı odakların heterojenliği, dağınıklığı bir handikaptır elbette. Buna, birlikte iktidarı devralacak bir seçim zaferi kazansalar bile; hayli ağır bir dış borç yükü ve dış ticaret açığı olan bir mali bilanço ile ileri endüstri kapasitesi büyük ölçüde köreltilmiş, kriz eşiğinde bir inşaat sektörüne mahkûm edilmiş bir ekonomik yapı/enkaz devralmış olacak olmanın zorlukları da eklenmelidir. AKP-MHP ittifakının son noktasına kadar ağırlaştırdığı ezeli “Kürt sorunu”muza ilişkin olarak bu heterojen muhalefet “cephe’sinin ortak bir yaklaşım sunma zorluğu da elbette göz önüne alınmalıdır. Devralınacak devlet aygıtının adliyesinden eğitime, güvenlik örgütlerinden kültür ve sanata ilişkin işlevlerine kadar çürümenin eşiğine getirilmiş olması gibi devasa bir sorunu derhal karşılarında bulacaklarını da unutmayalım.

Dolayısıyla muhalefetin ne tek tek unsurlarıyla ne de iktidarı devralacak bir koalisyon olarak “AKP’yi iktidardan uzaklaştıracak oyu verin, gerisini biz hallederiz” demesi, ellerinde profesyonel siyasetçilerin uygulayacağı etraflı bir program olsa bile –ki var denilemez– kesinlikle yeterli değildir.

Çünkü on altı yıllık AKP iktidarı döneminin önümüze koyduğu tablo, Türkiye’nin gittikçe daha kötü yönetilmesi sorununa indirgenemez. Bu şüphesiz doğru olmakla birlikte AKP yönetimi sadece devlet ve kamu kuruluşlarının bütün eksik ve kusurlarına rağmen bir ölçüde koruyabildikleri demokratik, hukukî, ahlakî ve çağdaş normlara uygun işleyişlerini tahrip etmekle kalmamış; aynı normların toplumsal bünyeye yerleşebilmiş düzeyini ürkütücü ölçüde geriletmiş, gericileştirmiştir. AKP iktidarının dayandığı, doğal temsilcisi sıfatıyla adına egemenlik yetkisini kullandığı Sünni-Türk muhafazakâr kitle içinde bile zihinsel donanım, iş becerisi ve ahlakî tavır bakımından üstün nitelikli olanların dahi kenara itildiği, önemsizleştirildiği bir duruma, bir gidişata sürüklenmiştir Türkiye toplumu.

Devlet katından bireyler arası ilişkilere kadar tüm “yapı”ya işlemiş bu ağır tahribatın, ancak ve sadece genel bir toplumsal seferberlik havasıyla, vahametin bilincine varma ruhuyla ve kendini yücelterek yeniden inşa perspektifiyle üstesinden gelinebilir.

AKP-MHP ittifakına karşı muhalefetin her bir unsuru, bu genel çağrının kendince asli çizgilerine ağırlık veren, onları ön plana çıkaran bir kampanyayla bireyleri sadece oy vermeye değil, sorumluluk almaya, yapıcı özneler olmaya çağırdığında oluşacak özendirici hava ve enerji, uğursuz ittifakı baskı, hile ve zorbalıklardan caydırmayabilir ama mutlaka çökertecektir.