Dev-Genç'li Ülkü Tamer için
Barış Özkul

Ülkü Tamer pırıl pırıl bir insan olarak yaşadı ve öldü; Türkiye gibi ülkelerde pek “para etmeyen” sessizlik, sakinlik, beyefendilik, çalışkanlık gibi özellikleri vardı. Gösterişi, yapmacığı sevmezdi. Kolay kolay öfkelenmezdi. “Bir bardak birada ağlamanın haramisi değildi.” Ne Robert Kolej’de ona Mickey Mouse lakabını takan sınıf arkadaşlarına ne de kendisini kısa pantolonla dolaşan koca bir çocuğa benzeten İkinci Yeni şairlerine içerledi. Yaşamak Hatırlamaktır’da ona yakıştırılan çocuksulukla bilgece alay eder; olgunluğun ancak kendiyle alay etmeyi bilenlere özgü bir erdem olduğunu bilerek ve hissettirerek. 

Belki çocuksu olabilir ama silik bir karakter değildi. Nadiren açığa vurduğu büyük duyguları ve tutkuları vardı: Aktörlük gibi. Aktörlükte başarılı olamadı ama mesela epey iyi bir çevirmendi. Memet Fuat ve Yaşar Nabi Nayır’ın desteğiyle başladığı çevirmenlik uğraşında seksenden fazla kitap çevirdi. Çeviriyi itibar devşirmek için değil sevdiği için yaptı. 

Fazla tevazu kimi zaman vasatın seviyesine inmekle, vasattan nasihat almakla sonuçlanabilir. Ama Ülkü Tamer’in “kayıtsızlıklardan geçerek edindiği bir öfkesi” vardır. Bu öfke şiirlerinde yer yer nefrete de dönüşür… Sıragöller’deki “Mektup”’ta olduğu gibi:

“Bizim kelimemiz sevgidir,

Ama sözlükte nefret daha önce gelir;

Elinde çiçeklerle fotoğrafçıya poz verenlerden,

Bu eşsiz fırsatı kaçırmamak için başını uzatanlardan,

Plajda resim çektirir gibi kasılanlardan nefret et,

Bunlar zavallı kuklalardır diye düşünme,

Zavallılar bir zenciyi yakabilir belki,

Ama tarihin sayfalarına et kokularıyla burun buruna geçmez.

Bu alçakların köpekliği yüreklendiriyor ustalarını,

Nefretimiz onların arasından süzülüp sevgiye dönüşecek”.

Sevgiye dönüşsün diye alttan alta bilenen nefret… Öyle hemen bir çırpıda, yarım bir tebessümle sevgiye dönüşecek bir nefret değil: “Bu fotoğraflar birer hançer olsun sana, dünyanın acısından renk kapan birer hançer… / Taşa sürünen bıçağın sesi bir dinamit gürültüsüne dönecek göreceksin./İçindeki inilti bir haykırış olarak yükselecek dudaklarından.” 

Ülkü Tamer’in buna benzer dizelerinde, T.S. Eliot’ın “dissociation of sensibility” (“duyarlığın ayrışması”) adını verdiği duygu durumunun henüz ortaya çıkmadığı zamanlarda şiirde varolan entelektüel-imgesel-deneyimsel birliğe ulaşma çabasıyla karşılaşırız: “Evler dağları sırtlanmıştı/korumak için kendilerini çaresizlikten,/ocaklar yeryüzünün çamurunu yakıyordu.” Ya da: “Yaşamayı pekiştiren bir çelik çivi olacak/Yenidoğan’ın acısındaki maya”. Başka yerde: “Kartalın dağa tutkusu var ya/ Dağın dereye duyduğu sevecenlik/ Derenin yatağa uyumu/Yatağın kıyıya usulca sokuluşu/Kelebeğin çiçeğe gösterdiği özen/Çiçeğin güneşe onurla dikilişi…  

Bu, bir kozmik birlik ve simetri arayışıdır ve Ülkü Tamer’i zaman zaman güzelliği kumrunun kanadında, beyaz bir güvercinin gözlerinde, bir gülün yapraklarında, dere boyunda toplaşan sincaplarda aramak gibi basmakalıplara da yöneltir. Ülkü Tamer bunları bırakıp sahici bir öfkeyi, dostluğu, özlemi ya da nefreti anlatmaya koyulduğunda nasıl ki Macbeth’te kralın ölümünden sonra kozmik düzen bozulduğu için atlar et yemeye başlarsa Muzaffer İlhan Erdost’un anısı da şaire “atları ufka yağmur tohumu” gibi saçtırır:

"Fevzipaşa’da gördün mü

Ufka yağmur tohumu gibi saçılmıştı atlar

İslâhiye’den kopup Gâvur Dağı’nı kara bulutlara basacaklardı

Güneş, ikindinin ardına sinmişti

Kargalar vardı sessizliğin dilinde

İşte o sırada gördün mü atları

Kanatlarıyla rüzgâr toplayan kuşları

Sılalardan sıla çeken telgraf direklerini gördün mü?"

1959’da yayımlanan “Soğuk Otların Altında”dan keçi yüzlü atların vadiyi bastığı “Bir Derste Adam Öldürme”’ye (1966) kadar “atlar” Ülkü Tamer’e hep ölümü anımsatır. Kurşun sürüp tetiği çekince gelincikler fışkıracaktır atların bastığı vadinin içinden. İyi bir ölüm, gelincik çiçeklerinden bir dağdır: 

"Gelincik çiçeklerinden bir dağmış meğer ölüm,

Sığırcıklardan bir yayla bulutuymuş,

Sinilerden gün çeken bir seher yıldızıymış,

Öğle üstü gezinen bir dervişin gölgesiymiş,

Boğulmaktan sakınmayan bir çocuğun çimmesiymiş.

Ocak başıymış avlunun gecesinde

Fısıltısıymış ağam

Karanlıkta birbirini arayan ırmakların.

Bunlar ölümse eğer, sen ölümün canısın."

60’ların başından 70’lerin ortalarına, Sıragöller’e kadar oldukça karamsar şiirler de yazmıştır Ülkü Tamer. Ölüm bir sabit fikirdir neredeyse: “İstanbul bir çocuktur minarelerde ölen / her şeye karşı ve hiç durmadan ölen / Şimdi yalnız balıklar boğulmuyor İstanbul’da / şimdi çocuklar sıra olmuş giderler denize / ağır ağır boğulurlar… / çiçek yüklü ölümler taşınır İstanbul’a” gibi dizelerinde “ölen çocuk” Ülkü Tamer’in bebekliğinde boğularak ölen oğlu olabilir.

***

Ülkü Tamer’in kendi çocukluğu Antep’te geçmişti (Robert Kolej’e girdiğinde Antep ağzıyla konuştuğu için arkadaşları tarafından garipsendiğini anlatır) ve hayatının sonuna kadar Antep’le ilgili hatıralarıyla birlikte Antep’in sözvarlığını da sahiplendi. Şiirlerinde yer alan “Meyan şerbeti”, (“Meyan şerbeti içinde kalmış yaz akşamları”) “dımışgılar”, “muhammediyeler”, “hünnüsler”, “kahkeler” “kırşaklar” “arısili etmeler”, “arayatı bellemeler” “büydüz olmalar” hep Antep ağzıdır.

Aydın bir adam olduğu anlaşılan babası Tahsin Bey’in Antep’te ipekli dokumacılığı ilk başlatanlardan biri olması da Ülkü Tamer’in şiirini etkilemiştir: İplik, tezgâh, kurdele, teğel, makas, tül, ilmik, düğme, çitari mintanı, çaput, aba, flama bunları en olmadık yerlerde en özgün şekilde kullanır: “Gümüş bir hançerle ipimi kesen, uzatan beni güverteye…”, “Dokunursa saçların bir mermiden sevdikçe bırakılan tezgâhlarda”, “Her yatağı o evlerin, memleketinden birer kıl aba olmuş sırtına karşı”, “Soğuk bir tül örtüyorlar üstümüze, sanki ölmek için beyaz bir uykusuzluk”, “Bir uzansam çatıya, kuş uçursam ilmikten, ağzımda cam kırığı, keser ipimi birden”, “Bu sanki ben değilim, gole giden bir panter, alır eline iğne, düşünür, düğme diker”. “Onlar kasabada ipleri hazırlarken, günlerce günlerce dokundular. Paslı tezgâhlarda dokundular”. “Karnımda bir makas sesi geziniyor, bir makasın kütürtüyle karton kesen sesi” vb. vb. 

Ama Ülkü Tamer’in karıncadan sincaba, panterden ata hayvan ve doğa sevgisinin baba mirası ya da Antep yadigârı olduğunu sanmıyorum. Bunlar herhalde “Tanrı” vergisi özellikleriydi – ya da oturup okumuştu ki çok okuyan bir yazardı. 

***

Bu yazının başlığının “Dev-Genç’li Ülkü Tamer” olması fıkra değeri taşıyan “gerçek” ve trajikomik bir olaya dayanıyor. Ülkü Tamer ömrü boyunca ifade özgürlüğünü, demokrasiyi ve insan haklarını savunmuştu. 12 Mart’ta Uluslararası Pen’in Türkiye temsilciliğini yaptığı sırada hapisteki solcuların haklarını savunmak üzere yürüttüğü faaliyetlerden ötürü kısa süreliğine gözaltına alınmıştı. Ama politik bir şair değildi ve hayatın şiir dışındaki alanlarında politik zekâsı veya hassasiyetiyle öne çıkmazdı.

Buna karşın Mehmet Kaplan’ın elinden ve dilinden kurtulması mümkün olmamıştır. Mehmet Kaplan, sağ-faşizan bir ideolojiye ve bu ideolojinin kaçınılmaz sonucu olarak türlü önyargılara sahiptir (bugün Türkoloji bölümlerinde hâlâ “sevgili hocamız” diye anılmasına şaşırmayalım).

Kaplan, 1960-70 arasında Türk edebiyatında “gençleri ihtilal ve anarşiye teşvik eden pek çok şiir yazıldığı”nı ve Marksistlerin politik-toplumsal baskı nedeniyle fikirlerini gerçek-üstücülük akımı ile gizlediğini düşünüyordu. 

Kaplan’ın gerçeküstücülükten ne anladığı, bu akıma ne ölçüde vakıf olduğu bilinmez ama Marksistlerin fikirlerini bu akım içinde gizlediklerini ileri sürerken solcuların kendi aralarında başkalarının anlamadığı bir kuşdili yarattıklarını kastediyordu. Bu kuşdili güya polis denetiminden kaçarak solculuk yapmanın bir yoluydu.

Ülkü Tamer de şiirlerini “anarşist psikolojisini safiyane bir şekilde ortaya koymak” için kullanan solculardan biriydi. Kaplan, Ülkü Tamer’in anarşist olduğunu kanıtlamak için onun “Düello” şiirini inceler. 

Şiirin ilk mısraları çarpışmanın sosyal sebeplerle değil psikolojik sebeplerle yapıldığını açıkça ifade etmektedir:

“Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?

Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim”

Kaplan’a göre buradaki “kişilik pekiştirme” arzusu şairin anarşist bireyciliğinin dışavurumudur. Ülkü Tamer, “kişilik pekiştirmek” dışında “martir” olma arzusunu da bildirmiştir:

“Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir

Ölürsem güzel bir ölü olurum.”

Kaplan’a bakılırsa bu arzuyu şöyle yorumlamak gerekir: “Sanat ve edebiyatın ideolojik ve anarşik hareketlerdeki rolü, ölümü güzel göstermiştir. Yukarıdaki şiirde bu güzelleştirme açıkça gözüküyor.” Şu durumda ölümün güzel gösterilmesi ile ideolojik ve “anarşik” hareketler arasında bir illiyet bağı vardır. 

Ama Ülkü Tamer asıl büyük kabahati ölüleri kırmızı bir kalkanla örterek işlemiştir:

“Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir

Ölüleri örten yapraklardan başka.”

Kaplan’a göre Ülkü Tamer, sonbahar yapraklarını “kırmızı kalkan”a benzeterek her şeye savaş fikri arkasından baktığını göstermiştir. 

“Düello” şiirinde anarşist olarak bıraktığımız zavallı Ülkü Tamer’i “Yazın Bittiği” şiirinde “Dev-Genç'li” olarak buluruz. Kaplan, bu şiirin son dizelerinde komünizm tehdidi tespit etmiştir: “Gökyüzünü görünce gecenin devi, / çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar / cüceler bunu bilir, gürgenler bilir…” 

Yani?

“Gecenin devi gökyüzünü görünce” şapkasını çıkarır, “şapkasından yıldızlar dökülür”; burada bir fikri gizlemek için sembolik bir ifadeye başvurulmuştur. Öyle sanıyorum ki, burada bahis konusu olan “gecenin devi” kelimesi ile kastolunan Dev-Genç’tir. Cüceler ise onları küçümseyen insanlardır.”

Ülkü Tamer, bu parlak eleştiriyi okumuş muydu? Okuduysa ne düşünmüştü? Belki de Dev-Genç’li yakıştırmasını gene kendisiyle inceden inceye alay ederek sahiplenmişti, kimbilir.

"Günün Sonu"’nda “Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadın, yetmez mi, kaç kelebek kadar ömür yaşadın” diyecek kadar kendiyle barışık bir adamdı sonuçta.